Lice’de dokuz şehit.
Şemdinli’de 1.
Tunceli kırsalında
silahlı çatışma ve
Kuzey Irak’a epey bir aradan sonra yoğun hava bombardımanı.
PKK üslerinin vurulduğu açıklaması.
Son 48 saatin bu tür haber akışı,
Türkiye’yi yıllardır iki büklüm eden en önemli sorununun çözüm rotasına girdiğimizi gösteriyor mu?
Bundan birkaç ay önce sorunun ‘şiddet boyutundan arındırılacağına’ ilişkin canlanan umutların devam ettiğinden söz edebilir miyiz?
Son 48 saat, özellikle 1993-1999 arası duyduklarımıza, işittiklerimize, okuduklarımıza,
bize bildirilenlere benziyor.
Devletin şu anda kilitlendiği görünen
hedef, PKK’nın yok edilmesi. Bunun bir yolu askeri operasyonlar -ki, 1984’den bu yana PKK’yı yok etmek için kesin sonuç sağlamak bakımından etkili olduğu kuşkulu yol- bir diğeri ise ‘askeri yöntem dışı’ araçları da harekete geçirmek.
‘PKK’nın dağdan indirilmesi’ ya da ‘PKK’nın silahsızlandırılması’ndan kastedilen de bu zaten.
İki yol genellikle birbirine paralel olarak yürütülür. Yani, ‘havuç’ ile ‘
sopa’nın eş zamanlı muhataba uzatıldığı, bu tür mücadelelerde dünyanın her yanında görülen ve başvurulan
bir yöntem.
Ancak, bugün geldiğimiz noktada bu araçların isabetli kullanıldığı konusu hayli ‘sorunlu’. PKK’nın 1 Haziran’a dek ‘tek yanlı
ateşkes’ ilan ettiği bir zaman diliminde, ‘PKK’nın DTP’lileşmesi’nin
teşvik edilmesi gereken bir siyasi iklimde, DTP’yi tümüyle anlamsız kılacak uygulamalara giriyorsanız, bunun anlamı ‘kılıçları çektik; gelin hesaplaşalım’ demektir.
Yani, ‘sopa’ tercihi ortada gözüküyor ama ‘havuç’ pi
yasada pek yok.
***
Bunun böyle olduğunu
Genelkurmay Başkanı
Orgeneral İlker Başbuğ’un önceki günkü açıklamalarından fark etmek mümkün. Başbuğ ‘PKK’yı dağdan indirme’ ve af tartışmaları için şöyle bir değerlendirme yaptı:
“TCK’nın 221. Maddesi’nin 2. Fıkrası iyi uygulanırsa dağdaki çözülmede etkili olacağına inanıyorum. Maddeyi değiştirelim demiyoruz; bu madde nasıl daha iyi işleyebilir diye çalışma yapıyoruz. Aileler aracılığıyla yansıtmamız lazım. İlave
tedbir düşünülebilir. Bunlardan biri de teslim olmayı daha cazip kılmamız lazım. Psikolojik olarak güven hissi vermemiz lazım. Bu yasa kapsamında alınması gereken tedbirlerden biri de topluma kazandırma merkezleri kurmamız lazım. Yasa aslında iyi yasa, önemli olan bu yasanın etkin bir şekilde kullanılabilmesidir.”
Orgeneral Başbuğ’un bu değerlendirmesini DTP konusunda söyledikleriyle birlikte okumak ve ele almakta yarar var. O konuda da şöyle diyor:
“
Siyasi parti olarak görülen
grup
terör örgütüne bakışını değiştirmeden bir arada olmamız mümkün değil. Onların da
terör örgütü ile ilgili konuşmaları ortada... Bu parti hale terör örgütüyle mesafe koyamıyor...”
Genelkurmay Başkanı’nın gönderme yaptığı Madde 221,
Türk
Ceza Kanunu’nun ‘Etkin Pişmanlık’ başlığı altındaki maddesi. Altını çizdiği
2.Fıkrası şöyle diyor:
“Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin,
gönüllü olarak örgütten ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.”
Ortada zaten bir de ‘Eve Dönüş Yasası’ diye bilinen ‘PKK’lılar için pişmanlık yasası’ diye nitelendirilebilecek metin de var. Kâğıt üzerinde bütün bunlar iyi duruyor. Ancak, bugüne dek uygulanamadı.
Uygulanamamasının temel nedeni, sorunun özü itibarıyla ‘siyasi’ olması. Özü itibarıyla ‘siyasi’ olan bir soruna ‘yasa yolu’yla yaklaşırsanız, hele
İlker Başbuğ’un seçtiği sözcüklere bakarsak ‘teslim olma’yı ‘daha cazip hale getirme’ye takılırsanız, ‘
psikolojik olarak güven hisse vermek’ gerekliliğine vurgu yaparsanız, korkarım, bugüne dek yıllardır olduğu gibi bir ‘nafile çaba’nın peşinden koşuyor olursunuz.
Bunun sonucu, ne yazık ki, yeni şehitler, şiddet ortamının devamı demektir.
Bir yandan ‘teslim davetiyesi’ çıkartırken, diğer yandan ABD Başkanı Obama’nın görüştüğü
TBMM’nin seçilmiş üyeleriyle görüşmeyi reddederseniz, hangi ‘psikolojik güven hissi’ verebileceğinizi düşünebilirsiniz ki?
‘Ovada
siyaset yapanlar’a el uzatılmadığı, hatta kimilerinin içe atıldığı bir siyasi ortamda, ‘dağdan inip’ niçin teslim olsunlar? Dağa gitme gerekçeleri ortadan kalkmayanların, ‘teslim şartlarında iyileştirme’ durumunda teslim olabileceklerini düşünmek ne kadar gerçekçidir?
Bugünkü söylemin 1990’lardaki söylemden bir temel farkı var mıdır?
Şayet yoksa, böyle bir
politikadan sonuç alınması mümkün mü?
Kontürleri çizilen politika, ‘şiddet ortamı’nın PKK’yı bertaraf edecek yeni unsurlarla devamını öngörüyor. Böyle bir durum, ‘dağdaki çözülme’de -muhtemelen böyle bir eğilim mevcuttur- tam tersine bir ‘yapıştırıcı’ rol oynar.
Bu politikayla istediğiniz sonucu yakın bir vadede alamadığınız takdirde, Irak’taki
Kürt yönetimini suçlamaktan başka yolunuz da kalmaz.
Peki, 1993’ten beri izlenen çizgi, esas itibarıyla, bu değil mi?
Ne sonuç alındı?
***
Gelinen noktada en can sıkıcı görüntü, hükümetin ortada gözükmemesidir. Bu konu enine boyuna Genelkurmay Başkanı’nın dosyası gibi gözüküyorsa, bu konudaki açıklamaları Genelkurmay Başkanı yapıyorsa, ‘
Kürt sorunu’ tıpkı 1990’larda
Tansu Çiller’in yaptığı gibi askere tevdi edilmiş, ‘ne biliyorsan onu yap’ haline sokulmuş demektir.
Hükümetin siyasi sorumluluktan kaçtığı oranda, Kürt sorununun nasıl kangren haline geldiğini yaşıyarak gördük.
Tayyip Erdoğan, elini
Ahmet Türk’e uzatmadıkça,
Diyarbakır halkının iradesine saygı gösterdiğini Osman
Baydemir’e davranışıyla ortaya koymadıkça, mevcut gidişat iyi sinyaller vermiyor.
‘Yol işaretleri’ bildik yol işaretleri. 1990’larda o işaretleri izleyerek ‘kan gölü’ne vardık. Tüm
ülkenin psikolojisi bozuldu.
Güneydoğu coğrafyasını, ülke sınırları içinde tuttuk; ‘ruhi kopuş’un önüne geçemedik.
Aynı filmi bir daha seyrettirmeyin bize.
Görmekten sıkıldık...