24
Nisan’a pek az bir süre kaldı ve
Washington, her şeye rağmen, Başkan
Barack Obama’nın o gün ‘soykırım’ sözcüğünü telaffuz edip etmeyeceğinden emin değil.
Hatta yönetime yakın bazı kişiler, mutlaka telaffuz edeceğini, ama bunu
Türkiye-ABD ilişkilerini berbat etmeden nasıl yapabileceğinin yollarını araştırdığını söylüyorlar.
Türkiye-
Ermenistan ilişkileriyle yıllardır uğraşan ve Richard Holbrooke’un yakın çevresinden olan birisinin aktardığına göre, Obama ekibi 29
Mart seçimleri sonrası ile Obama’nın Türkiye ziyareti arasında Başkan’ın elini güçlendirecek bir ‘armağan’ verilmesini ciddi ciddi beklemişler.
Bir başka deyimle Washington’a, 29 Mart ile 6 Nisan arasında kalan bir haftalık süre içinde Türkiye-
Ermenistan diplomatik ilişkilerinin kurulduğu ve iki komşu
ülke arasında kara sınırının açıldığı açıklamasının yapılması beklenmiş. Obama ziyaretine dek, bu açıklamanın yapılmamış olmasının Obama’nın yakın çevresinde ‘hayal kırıklığı’ yarattığı ileri sürülüyor.
Bütün bunlara ek olarak,
Azerbaycan’dan yükselen tepkiler üzerine Baş
bakan Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamayla Ermenistan normalleşmesinin bir ‘başka bahara ertelenmesi’ Washington’da bir rahatsızlık konusu. O ‘bahar’ın gelip gelmeyeceği de bilinmiyor.
Bu durumda, Obama’nın
24 Nisan açıklamasında ‘soykırım’ sözcüğünü telaffuz etmesinden ve bunun Türkiye-ABD ilişkilerine vereceği zarardan ciddi biçimde kaygı duyuluyor.
Türkiye’de şunun şurasında bir hafta önce esen Türkiye ile ABD arasındaki ‘balayı havası’ Washington’da ‘mutlak bir gerçeklik’ ve ‘geri dönülmez’ bir gelişme olarak henüz algılanmıyor.
Cumhuriyetçi muhalefet, Obama’nın
İran’dan başlayarak her yönde yaptığı ve Türkiye’ye özel bir konuma yerleştiren ‘uvertürleri’ne elle tutulur, somut bir karşılık alamamasını, alamayacak olması beklentisiyle değerlendirip, yavaş yavaş karşı-atağı başlatmanın hesaplarını yapıyor.
Ben kendi payıma, Obama’nın 24 Nisan’da ‘soykırım’ı telaffuz etmeyeceğine ilişkin ve genel olarak ‘iyimserliğim’den vazgeçmiş değilim ama Washington siyasi ikliminin,
Ankara-
İstanbul siyasi iklimiyle bire bir örtüşmediğinin de farkına
Amerikan başkentinde vardığımı söyleyebilirim.
***
Brookings’de beni görenler,
TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ’ın kısa konuşmasının ardından Mark Parris’in moderatörlüğünü yaptığı Soli Özel ile Ömer Taşpınar’ın konuşmacı olarak katıldığı çok kalabalık toplantı için orada bulunduğumu sandılar.
Ekim 2008’de Mark Parris’in moderatörlüğünde
Ahmet Davutoğlu ve
Suat Kınıklıoğlu ile o ‘podyum’da konuşmacıydım. Haziran 2007’de yine Mark Parris’in moderatörlüğünde o kez Ömer Taşpınar ile birlikte aynı ‘podyum’un konuşmacısı. Bu kez arkadaşlarımı dinlemeye gelmiştim. Brookings podyumunun karşı yönünde, dinleyici sıralarında sessiz, sakin konuşmacıları, soru-cevapları dinledim.
Soli Özel, ‘Yeni Dönemde Türk-Amerikan İlişkileri’ başlığıyla kaleme aldığı TÜSİAD Raporu’nu ve Ömer Taşpınar ise ‘Türkiye’yi Kazanmak’ başlığıyla Philip
Gordon’la birlikte kaleme aldığı ‘Türkiye’yi Kazanmak’ başlıklı kitabı tanıtmak için podyumdaydılar.
Bu arada
Avrupa’dan sorumlu ABD
Dışişleri Bakan Yardımcılığı’na atanmış olan
Philip Gordon, görevine başlayabilmek için kendisine yönelik Ermeni engellemesinin kalkmasını bekliyor ve bu tür toplantılara her
vakit katılmış olmasına rağmen ortalıkta görünmüyor.
Ömer Taşpınar, konuşmasında Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmeyi Azerbaycan’a endekslemesini eleştirdi. İlginç bir örnek verdi.
Yunanistan’ın 1999’dan sonra Türkiye’nin AB yoluna engel koymamasının, tam üyelik müzakerelerine başlanmasındaki önemine değindi ve “Eğer” dedi, “Türkiye-Yunanistan ilişkileri
Kıbrıs’ta çözüme endekslenmiş olsaydı, bugün bulunduğumuz yerde asla olamazdık.”
Bir başka dikkate değer örnek
Suriye ile ilişkiler.
Hatay sorunu, Türkiye ile Suriye arasında her zaman bir pürüz olarak dikildi. Ancak, Hatay sorunu var diye ne Türkiye-Suriye arasında diplomatik ilişkiler yok oldu, ne de Türkiye-
Suriye sınırı kapandı.
Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin bir ‘ipoteğe’ bağlanmasının Ermenistan’ı
Rusya nüfuzu altına sokmasından, Rusya’nın Azerbaycan’ı
kontrol altında tutmasından gayrı Türkiye’ye hiçbir faydası yok. Türkiye-ABD ilişkilerini ‘hırpalama potansiyeli’ nedeniyle zararı bile var. Önceki gün Financial
Times, ‘Türkiye’nin sessiz diplomasi izlemeye çalışması zamanı’ başlıklı uyarı mesajları bol bir başyazı yayımladı. Son paragrafı şöyle diyor:
“Önümüzdeki birkaç ay iki büyük meydan
okuma getiriyor.
İlki Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi ve Azerbaycan’a
destek olmak amacıyla 1993’te kapatılan sınırın yeniden açılması. İkincisi Yunanistan ile, AB ve NATO içindeki karar verme mekanizmasını zehirleyen ihtilafa ilişkin olarak, Kıbrıs üzerine bir çözüme ulaşılması. Türkiye bu cephelerde bir devlet adamlığı performansı gösterirse, AB katılımı konusundaki iddiasını çok büyük ölçüde güçlendirecektir.”
Financial Times’ın Türkiye’nin AB katılımını hararetle desteklediğini,
Sarkozy-Merkel hattını esaslı biçimde eleştirdiğini bu vesileyle kaydedelim.
***
Türkiye’nin yakın geleceği üzerinde yatan bu ‘
mayınlar’a ek, çok ciddi bir başka ‘mayın’ daha var.
Kürt sorununa ilişkin yapılması gerekenler ve bu çerçevede
PKK’nın silahsızlandırılması konusunda atılması beklenen adımlar.
Bu alanda Rojin’in ‘baskılar nedeniyle’ TRT-6’dan ayrılmak zorunda kalması, sanılandan çok daha vahim bir gelişme. TRT-6, daha altı ayını doldurmadan kendisinden umulanı yerine getirmek yerine büyük bir hayal kırıklığına yol açma tehlikesini birdenbire ortaya çıkarıverdi.
Şivan Perver’i Türkiye’ye beklerken, bir buzun kırılmasına hazırlanırken, Rojin’den olduk.
En önemlisi, üzerinde büyük beklentiler oluşan nisan sonu-mayıs gibi toplanacağı umulan
Erbil’deki Kürt
Konferansı’na ilişkin hiçbir gelişme yok. Böyle bir konferans nisandan vazgeçtik, mayısta toplanırsa mucize olur.
Nereden mi biliyorum?
Washington’a ‘Türkiye-
Irak Kürtleri’ başlıklı bir konferansta sunum yapmak amacıyla geldim. Ortak sunum yapacağım kişi,
Kürdistan Bölge Yönetimi tarafından, Kürt Konferansı’nı düzenlemekle görevli bir Iraklı Kürt
yetkili.
Daha ortada fol yok, yumurta yok.
Ermenistan normalleşmesinden Kürt sorununun şiddetten arındırılmasına uzanan geniş alanda temel sorun, Tayyip Erdoğan hükümetinin her konuda ‘yarı
gönüllü’ ve sallantılı tavrından kaynaklanıyor.
Bu gibi konularda siyasi cesaret eksikliği, içerde de reformların savsaklanma ihtimalini beraberinde getiriyor.
Artık seçim arkada kaldı.
Kim ne derse desin, hükümet yüzde 39’luk bir
oy oranı ile rakipsiz
iktidar ve güçlü bir ‘yetki’yi kullanabilir durumda.
Ondan istenen siyasi cesaret ve vizyon. İstenen ve gereken başkaca bir şey yok.
Aksi halde, Washington’da tam dağılmamış hayal kırıklıkları Türkiye’nin de üzerine koyu biçimde çökebilir...