Türk basınının demokrasiyle ilişkisi başından beri sorunlu gidiyor. Darbelerdeki rolü hiç inkâr edilmedi. Bazen
darbeciler, yer yer de bizzat gazeteciler bu rolü
itiraf etti.
Erol Simavi'nin şu cümlelerinde olduğu gibi kimi zaman da şecaat arz ederken dile getirildi: "
Basın için dünyada beş büyük kuvvetten biridir, dördüncü kuvvettir derler. Bu söz
Türkiye için geçerli değil... Birinci kuvvet Türkiye'de ordu mu?
Hayır... Basındır... İkincisi ordudur. Çünkü orduyu ihtilallere basın hazırlar. Milli Birlik Komitesi üyesi Orhan Erkanlı'nın bir sözü vardı: 'Bizi Akis dergisiyle
Ulus gazetesi mahvetti' derdi. Akis'le Ulus'u okuya okuya sonunda ihtilal yapmışlar."
Emin Çölaşan'a Hürriyet'in 40. yılı münasebetiyle verdiği mülakatta Simavi'nin söyledikleri, acı gerçeğin en yalın ifadesiydi.
Çok uzağa gitmeye gerek yok, 28 Şubat'ta '
silahsız kuvvetler'in neler yaptığını unutmadık. "Bugün neyi
manşet yapalım paşam?" sorusunu da "Kafanıza göre bir şey çakın" cevabını da dün gibi hatırlıyoruz. Böyle bir ülkede gazetecilerle
darbeciliği kategorik olarak ayrıştırmaya çabalayanları anlamakta zorlanıyorum. Cuntacılığa bulaşmış, askerî müdahalelerde
gönüllü asker yazılmış ve belki de Simavi'nin dikkat çektiği üzere bizzat yönetmiş olanların telaşı normal.
Hırsız, polisi her gördüğünde yüreği hoplar;
katil,
cinayet romanı okurken bile heyecanlanır. Bir
parmak kalabalığa yöneldiğinde, cuntacıların kendinin işaret edildiğini sanması ve paniklemesi normal. Ancak demokrat cephedeki savrulmaları garipsiyorum. Benzer tablolar Mustafa
Balbay gözaltına alındığında yaşanmıştı.
Cumhuriyet Gazetesi'ne ziyaretçi akını, 'hepimiz Mustafa'yız' sloganları vs. Sonra günlükler ortaya çıkınca "Balbay günlükleri,
Ergenekon olayı açısından bir dönüm noktasıdır. Türkiye bu sayede darbecilikle yüzleşerek darbecileri yargılayabilecek." Ya da "Ayıplı bir durumla yüz yüzeyiz. Darbe açısından belki tehlikeyi savuşturduk ama darbe sever, darbeci sever gazetecilik direniyor." cümleleriyle bir anlamda günah çıkarılmıştı.
'Gazeteciler darbeci olamaz' kadar 'Ahmet darbeci olamaz' ifadesi de sorunludur. Böylesine medya desteğine sahip insanlar için hukuki süreci işleten yargı mensuplarının hassasiyeti maalesef üst düzeydedir. Neden maalesef, çünkü sade vatandaş için kimse
kıyamet koparmadığından aynı özenden söz edemeyiz. Neyse sözün özü, insanların suçsuzluğuna inanmak, temenni etmek başka şey; sorumsuzluk talebi anlamına gelecek şekilde
baskı oluşturmak başka.
Genelkurmay Başkanı'nın suç isnat edilen askerlere kefil olması ile bunun arasında fark yok. Düz mantıkla baktığınızda o
komutan da haklı;
Allah Allah diyerek düşmana saldıran ordudan cami
bombacısı çıkmaması gerekiyor. Yüzlerce çocuğun gittiği müzeye bomba yerleştirilmemesi beklenir. Ama yargıya intikal etmiş iddialar var ve bugün gazetecilere sahip çıkanların bir kısmı komutanın kefaletini
yargıya müdahale olarak eleştirmişti.
Yazıyı yine darbe tarihimizden bir alıntıyla bitirelim:
Talat Aydemir cuntası başarıya ulaşmak üzeredir. Radyo ele geçmiş, kritik noktalar kuşatılmıştır... Ancak hükümet ve Genelkurmay,
radyo yayınını
Etimesgut istasyonundan kestirir. Etimesgut'tan anonsa başlarlar.
Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, şu konuşmayı yapar: "Türk Silahlı
Kuvvetleri, hükümetin emrindedir. Kara, Deniz, Hava ve Jandarma komutanlıkları, hükümeti desteklemektedir. Talat'ın 3-5 adamı hüsrana uğrayacaktır. Maceraperestler muvaffak olamayacaklardır ve cezalarını göreceklerdir. Bunlar toplanmaktadırlar." Bu konuşmadan sonra ihtilal için harekete geçen kıta komutanlarında çözülme başlar. Aydemir, o günkü durumu şöyle anlatır: "Halbuki karşımızda hiçbir kıta yoktu. Subaylar tankları bırakıp, bölükleri bırakıp kaçmasaydı, hiçbir şey olmayacaktı. Tek radyonun bu kadar tesirli bir silah olduğunu o zaman anladım. Mağlubiyetimizin tek sebebi radyodur..." (Hatıratım,
Albay Talat Aydemir,
Yapı Kredi Yayınları)