Polonya’daki değişimin simgesine dönüşmüş olan eski
sendika lideri ve
cumhurbaşkanı Leh Walesa, geçen hafta yaptığı
Türkiye ziyareti sırasında, AB’nin Türkiye’ye olan ihtiyacına dikkat çekti. Walesa’nın görüşlerini paylaşanlar yok değil, ancak sesini duymayan kesimler daha geniş. Üstelik bu kesimleri sadece AB
ülkelerinde aramaya gerek yok, Türkiye’de de yeterince AB’ye mesafeli
bakanlar bulunuyor.
Hem AB’de hem de Türkiye’de Türkiye’nin AB üyeliğine olan ilginin azaldığını, karşıtlığın ise arttığını ifade etmek gerekiyor;
Avrupa ve Türkiye’de yapılan kamuoyu yoklamaları ve araştırmalar bize her iki tarafta da Türkiye’nin AB üyeliğine
itiraz etme oranının yükseldiğini gösteriyor. Bu durum kendi başına bir sorunken, ikinci sorun itirazın nedenlerinin birbirinden farklı olmasından kaynaklanıyor.
Taraflardaki direnç benzer nedenlere dayansa, kamuoyu eğilimlerini değiştirmeye yönelik politikaların üretilmesi daha kolay olabilir. Bununla birlikte, kabaca gerek AB’deki Türkiye karşıtlarında gerekse Türkiye’deki AB karşıtlarında ortak olan bir eğilim var ki her iki taraf da diğerinin kendisini bir anlamda işgal edeceğinden endişe ediyor. Türkiye’deki AB karşıtları, AB ülkelerini bölücü, parçalayıcı, sömürgeci ve çıkarcı olarak görürken AB’deki Türkiye karşıtları Türkleri kültürleri farklı, dinleri farklı bir güruh ve valizini kapıp
akın akın Avrupa’ya koşacak insanlar olarak görüyorlar.
AB’deki Türkiye karşıtlarının
ekonomik gerekçelerle yaptıkları açıklamalar da var, ki bu bir yandan işsizlikle ilişkilendiriliyor, öte yandan Türkiye’nin kalkınması için kendi ceplerinden çıkacak paraların fazlalılığıyla. Her iki gerekçe de bilimsel açıdan doğrulanabilir nitelikte değil. Öte yandan Türkiye’de de benzer açıklamalar yapan AB karşıtları bulunuyor, Avrupalıların gelip işlerini ellerinden alacağını düşünen az değil.
Sosyal, siyasal ve ekonomik rekabete mesafeli bakan kesimlerin Türkiye’nin AB üyesi olması halinde kendilerini ciddi olarak yeniden yapılandırmaları gerekecek. Bu AB vatandaşlarında da Türkiye vatandaşlarında da değişimi gerektiriyor; değişemeyenin eleneceği bir yapı
vaat ediyor. Süreç işler ise, bu değişim her iki taraf açısından kaçınılmaz olacak, zaten direnç nedeni tam da bu değişim baskısı nedeniyle oluyor; sürecin uzatılması ise bir çözüm gibi sunuluyor.
Türkiye’nin AB ile üyelik sürecinin bir elli yıl daha uzatılabilecek hali yok. Bu hem siyasi olarak anlamsız hem de ekonomik olarak irrasyonel. Bununla birlikte Walesa’nın belirttiği gibi Türkiye’nin 2014’de AB’ye üye olması da çok mümkün gözükmüyor. Dört yıl içinde, Türkiye ne kadar adım atarsa atsın gelişen
demokrasisini hazmetme konusunda hala açık veren ülke durumunda olabilir. Yıllardır üniversitelere başörtüsüyle giremeyen öğrencilerin bu sorunu çözülemiyor ise, yargı reformlarının yaşama aktarılmasında sorunlar yaşanıyorsa, azınlıklara yönelik uygulamalar azınlıkları tatmin edecek düzeye gelemiyorsa, kısacası demokrasi yarışı genel bir güven sorununa dönüşebiliyorsa, dört yılda AB üyesi olmayı beklemek kolay olmaz.
Polonya’da da
AB süreci bir dizi sınavdan geçti, ciddi zorluklar yaşandı. Ancak siyasi iradenin kararlılığı sorunların tümünün AB’ye girmeden değil, girdikten sonra da çözülebileceği yönünde ikna edici bir
siyaset uyguladı. Bu durum hem Polonyalıları hem de AB’yi karşıt görüşler geliştirmeye zaman bulamadan duruma razı olmaya götürdü. Walesa, dört yıl gibi bir hedeften söz ederken büyük ölçüde tam da bu yönde bir irade gösterilmenin gereğini ve konjoktrün Türkiye’ye
yardım edecek bir sürece girdiğini hatırlatıyor.