Referandum sürecinin dünyanın birçok yerinden de ilgiyle izlendiğine şüphe yok, zira
Türkiye’nin bundan sonraki seyri sadece Türkiye vatandaşlarını etkilemeyecek. Referandum süreci bir yapısal dönüşüm süreci olduğundan
işbirliği ya da çatışma alanlarından hangisinin genişleyeceği, iç dengelerin dış politikayı ne yönde etkileyeceği, ikili ve çok taraflı ilişkilerin nasıl gelişeceği açılarından önemli göstergelere sahip.
Anayasa değişiklik paketinin içeriğine bütün olarak bakıldığında ve seçmenin de bu pakete güçlü bir onay verdiği dikkate alındığında, Türkiye’de halkın genel olarak daha fazla katılımcı
demokrasi talep ettiği anlaşılıyor. Bu durumun dış politikada da çatışma değil işbirliği siyasetine öncelik verilmesini zorlayıcı bir ortam yarattığı söylenebilir. Dolayısıyla
referandum, Türkiye’nin içinde bulunduğu dönüşüm sürecine ivme kazandıran bir aşama ve küresel düzeyde de bu değişimin etkileri olacak.
Referandum sonuçlarının dış ilişkilerde ne tür etkiler yaratacağına ilişkin bir ufuk turu yapılması mümkün. ABD’deki demokratların Türkiye’deki gelişmeyi memnuniyetle karşıladıkları tahmin edilebilir. “0” noktasına cami yapımı,
Kuran yakma girişimleri ve Obama’nın ne oranda
Müslüman olduğu ile alevlenen tartışmalar,
Afganistan’da yaşanan başarısızlıklar ve bir türlü düzelemeyen ekonomi, ABD’de “faklılıkların birliği” ilkesini zedeleyecek bir eğilim taşıyor. Bu, ABD’nin iç dengeleri açısından ciddi bir sıkıntıyı ifade ederken küresel faaliyetleri bakımından da zorlanma anlamına geliyor.
Irak, Afganistan,
Mısır ya da Filistin’de toplumların güvenini kazanmaya çalışan bir ABD’nin Müslümanlarla derde düşmüş vatandaşlara hiç ihtiyacı yok. Geniş kitleleri ikna etmenin yöntemi ise
İslam ile demokrasinin “batılı”
modeller gibi işleyeceği yerleri örnek göstermek. Şimdilik Türkiye dışında fazla örnek bulunmuyor, ancak Türkiye hem ABD’nin savaşım sürdürdüğü
bölgelerde hem
Rusya hem de AB ilişkilerinde denge unsuru olması bakımından zaten yeterli bir örnek.
ABD’li demokratların daha demokratik bir Türkiye ile “model
ortaklık” sürdürmesi daha kolay, zira ABD’nin dış politikası başta Orta
doğu olmak üzere bir dizi yerde halkın kendi kendisini yöneteceği rejimleri kurmasına
destek vermek ve sonra da askeri olarak evine dönmek üzerine kurulu. Eve dönerken arkasında güçlü işbirliği ilişkileri bırakmayı da umuyor ve bu tür işbirliklerini “güvenilir”
ülkelere emanet etme niyetinde. Güvenilir ülke ise artık eskisi gibi sadece eli sopalı bir lider ile ifade bulmuyor, sürdürülebilir istikrar anlamına geliyor. Sürdürülebilir istikrar ise demokratik hukuk devletlerinde sağlanabiliyor. Üstelik kurulması öngörülen alt-bölge işbirliği havzalarının da lokomotif ülkesi Türkiye olacak gibi. Türkiye’nin
Kafkasya,
Orta Doğu ya da Doğu Akdeniz’de lokomotif görevi üstleneceği alt-bölgelere sağlayacağı en değerli katkının ortaklarının
demokratikleşmesine vereceği destek olacağına şüphe yok, bunun için de önce Türkiye’nin evinin içini temizlemesi gerekiyor.
ABD’deki cumhuriyetçilerin ise daha kolay
iletişim kurabilecekleri otoriter yapıları, çatışma siyaseti güdenleri, İslam korkusunu pekiştiren kesimleri
tercih etmiş oldukları düşünülebilir. Bu durumda da
Bush mantığına sahip kesimlerin Türkiye’de öngörülen demokratikleşme süreçlerinin yaşanmaması için çaba sarf etmeye devam edecekleri söylenebilir. Otoriterliği
teşvik eden ortamların korku yaratmaktan geçtiği hatırlanırsa, bu konuda ne tür arayışlar içinde olacaklarını tahmin etmek de zor olmaz.