Bu soru,
Kürt delikanlılarını ve
genç kızlarını Türk’leştirme politikasının bir parçası olarak geçmişte çok sık sorulurdu. Güneydoğu’nun falanca köyünde yaşayan bir genci eline geçiren asker ya da “özel kuvvetler” , belki de yaşamı boyunca okulun kapısının önünden bile geçmemiş delikanlıya ya da genç kıza hemen sorarlardı: “Sen Türk’misen Kürt’misen?” diye. Tabi, onlar da gerçeği söylerdi. “Men Kürdem!”
İşte o zaman da boku yerdi! İnsin sopalar coplar;
tekmeler tokatlar!
Ta ki çocuk “Ben Türk’em” diyene kadar. Ama dayağı yiyen ben Türkem dediği an sopadan kurtulacağını bilmediğinden, men Kürdem demeyi sürdürürdü ve de bayılıncaya kadar dayak yerdi! Ben bunu uydurmuyorum
arkadaş! Ben bunu yaşadım. Gözlerimle gördüm askerliğimi yaparken! Muazzaf bir teğmenin, Bayburt’lu bir gence “sen Türk’misen Kürt’mü?” diye sorduğunu. Delikanlının, doğruyu, gerçeği yani Kürt olduğunu söylemesi sonucu tekme tokat nasıl dövüldüğünü yaşadım. Araya girmeye çalıştığım için de üç gün deliğe tıkıldım.
Neyse.
Polis Akademisi, Van,
Hakkari ve Yüksekova’da bi araştırma yapmış,
PKK’ya katılımın nedenlerini saptamak için. Örgüte katılan gençlerin ya ezilmiş ya da çok fakir oldukları sonuçlardan biri.
Geçmişt
e devlete yönelik
öfke, gençlerin dağa çıkma nedenlerinden bir diğeri, belki de başlıcası. Eskiden köy aramaları sırasında “askerin,
babayı çocuklarının yanında aşağılaması, çocuklarda nefret uyandırdı. Bunları yaşamış çocuklar, belirli bir yaşa gelince, babalarına yapılanların hesabını sormak için dağa çıkıyor!”
Dağ kadrosunda bu gün, kadın sayısı erkek sayısını geçmiş. Yüksekova’da dağa yönelmişken yakalanan bir genç kız nedenlerini anlatıyor: “Evde erkek gibi çalıştırılıyorsun. Yaşamdan bıktım usandım. Kaçış yolu olarak dağa çıkmaya karar verdim. Dağa gideyim, ya dağdakiler beni vursun ya da çatışmada ölüp kurtulayım!”
Töre kızı itip kakar, başlık parası karşılığı sevmediği, bilmediği birinin koynuna sokar! Devlet de babalığını değil zorbalığını gösterirse, kız da kızan da dağa çıkar tabi!
Devlete “baba”, demeyi bellemiş garibim ! Baba ne yapar? Okşar, sever, korur, ayırımcılık yapmaz, sahip çıkar, bağrına basar! Hemen hiç kimse PKK’ya ideolojik ya da
Türkiye bölünsün diye katılmıyor. Kötüyle daha kötünün arasında sıkışıyor. Aklınca da kötüyü seçiyor daha kötüden kurtulmak için!
Anılar ve acılar
Zaman diliminde bir sapma yapmak gerek diye düşündüm. İntiharın Anatomisi üzerinde anlatacaklarım var. Sabaha karşı,
telefon çaldı mı yüreği hoplar insanın. O saatte kimse hayırlı bi iş için aramaz. Telefonu açtım. Karşımda kekeleyen bi kadın sesi. Geveledi bi şeyler, ama sonuçta kardeşimin
intihar ettiğini anladım. Ondan sonra söyledikleriniyse hatırlamıyorum. Sadece telefonu kapattım. Öyle oturdum, gün ışıyana değin. Kardeşim intihar etmedi aslında. Onu el birliğiyle öldürdüler. Babam ve üvey anam! Naifti Enis.
Sevgi doluydu, karıncayı incitmekten sakınırdı. Acıya dayanamazdı hiç. O da, benim gibi, kapıya konduğunda, yaşamla güreş tutmak yerine, uyuşturucuya sarıldı acılarını dindirmek için. Hele babam karısını ve kızını alıp da Arjantin’e gittiğinde, hepten yalnız kaldı.
Amerikan ordusuna yazıldı. Gerisiyse bir uyuşturucu sarmalı ve
Florida ormanlarında içilen üç
şişe uyku hapı. Sanırım ailemde bi tek bana çok koydu Enis’in
ölümü. Benim bağrıma, hem de köküne kadar giren bir hançerdi Enis’in ölüm biçimi. Hala da çıkaramadım onu. Hatta bi ara öylesine özledim ki onu, ben de mi gitsem peşisıra diye düşündüm, uykusuz yüzlerce gecenin bir çoğunda. Ama yaşadım. O gitti, ben kaldım. Onun ölümüne neden olanların biri öldüğündeyse üzüldüm;
Allah kahretsin! Hatta ağladım bile! Babamın arkasından göz yaşı döktüm. Niye ulan niye? İçimdeki korsa küllenmedi hiç bir zaman. Az kaldı ruhumu alıp götürecekti. Hergün Enis’in acısıyla yaşıyorum.
Ben, artık sadece, onun anılarının gölgesiyim. Ve bu gün, onun otuz ikinci ölüm yıl dönümü!
Mimarın hesaplaşması
Kanuni Sultan Süleyman’ın kızı Mihrimah Sultan on yedisine bastığında, iki kişi onunla evlenmek ister. Mihrimah, yani Mihrü Mah, Farsca’da “
Güneş ve Ay” anlamına gelir. Kızla evlenmek isteyenlerin biri
Diyarbakır Valisi Rüstem Paşa diğeriyse Mimar
Sinan’dır.
Padişah kızını Rüstem Paşa’ya verir.
Koca Sinan evlidir, ellisindedir ve de Mihrimah Sultan’a deliler gibi aşıktır! Gerçi sevdiğine kavuşamamıştır ama, aşkını, olanca güzelliğiyle sanatına yansıtmıştır.
Üsküdar’a, Saray’ın isteğiyle elbet, 1540 yılında Mihrimah Sultan
Camii’nin temelini atar ve 1548’de bitirir. Camiyi yaparken, eserine sanki “etekleri yerleri süpüren bir kadının” dış çizgilerini verir.
Derken, ilk kez
padişah fermanı olmaksızın,
Edirnekapı’da, pek kimselerin uğramadığı ıssız ama İstanbul’un en yüksek tepelerinden birine, ikinci bir eser yapmaya koyulur Mihrimah Sultan’a. Cami küçücüktür. Minaresi otuz sekiz metredir, bir adet incecik kubbesi üzerindeyse yüz 61 pencere, camiin iç güzeliğini aydınlatır. İçerdeki sarkıtlar ve minare kenarlarındaki işlemeler Mihrimah Sultan’ın topuklarını döven saçlarını anımsatır insana. İşte, aşka adanmış iki eser.
Şimdi, gidin Edirnekapı ve Üsküdar’daki camileri aynı anda görebileceğiniz bi yer seçin. Ve 21
Mart’ta, yani geceyle gündüzün eşit olduğu günde seyreyleyin. Unutmadan, 21 Mart Mihrimah Sultan’ın
doğum günüdür. Göreceğiniz manzaraysa şudur mirim: Edirnekapı camiinin tek minaresi ardından tepsi gibi kıpkırmızı güneş batarken, Üsküdar’daki camiinin ardından ay doğar! Mihrü Mah eşittir Güneş ve Ay. Bu nasıl akıllara ziyan bir hesaplamadır; nasıl bir güzellik anlayışıdır Yarabbim!
(Mimar Seda Ünal’a teşekkürler)