Hakkında yazılanlara bakıyorum; resmen, neredeyse "kuddise sırrehu" denilecek kertede saygıdeğer bir aziz, bir "saint" ile karşı karşıyayız; bir
bilge, bir ulu kişi, sosyoloji diliyle bir toplumsal kanaat önderi, hatta kendisinde mistik kabiliyetler bulunduğu vehmedilen bir şeyh efendi...
Tamam, meselenin insânî yönünü ıskalamıyorum; 83 yaşında bir yazarı, gece yarısı apar topar götürmenin ilk bakışta pek şık bir tarafı yok; insanlar elbette bu haşin üslûbu yadırgar, tepki gösterirler, anlarız. Anlayamadığımız kısmı, bu aziz ve muhterem zâtın, bir kısım matbuatta bu derece muhabbeti celbetmek için ne yapmış olduğudur?
Kıskanmıyorum, merak ediyorum; bu derece merbûtiyet ve muhabbet menbâı haline gelmek için ne yapmış, ne söylemiş, ne yazmış?
Darbelere karşı tankın karşısına çıkarak
demokrasi ve hürriyeti savunan bir
insan hakları savaşçısı mı? Bütün ömrünü hayır ve hasenat işlerine vakfetmiş, etrafındakilere hayrı öğütlemiş bir kanaat önderi mi? Fikirleriyle
Türkiye'nin geleceğine ışık tutmuş bir fikir adamı mı?
Toplumsal barıştan, kardeşlikten, dayanışmadan, farklı dünya görüşlerinin bir arada yaşamasından yana tavır takınmış bir filozof mu?
Yoo, değil; keşke öyle olsaydı.
Fikri kariyerindeki en mühim zirve, 1971 yılı
Mart başlarında, üstâdın da içinde bulunduğu cuntanın yarım kalmış
darbe komplosu. Kısaca, o bir
darbeci. Ardından Madanoğlu Davası diye bilinen duruşmalarda aldığı
beraat kararı. Bu beraat kararının "hukuki mi, siyasi mi" nitelik taşıdığını anlamak için yakın tarihe dair hatırat kitaplarına kısaca göz atabilirsiniz.
Bu cunta, acaba, "Türkiye'de daha çok demokrasi olsun" diye mi yola çıkmıştı; ne alâka; onlar, zayıf
işçi sınıfının ve cahil köylülerin devrim-mevrim yapamayacağını kestirdikleri için ordu içinde darbe meraklısı subaylar ayarlayıp, askeri darbeyle sosyalist devrim tezgâhlıyorlardı sadece.
"Geçmiş gitmiş bir mesele; insanları
gençlik yanılgılarından ötürü yargılamak doğru değil" diye düşünebiliriz fakat şeyhimiz üstâdımız bunu gençlik hatası değil, göğsüne iliştirilmiş liyakat madalyası saydığını söylüyor; "bu meselede çocukluk ettik, pişmanım" dediği filan da yok. Yıllardan beri aynı minval üzre yazar; sağcı iktidarları eleştirir; bürokratik iktidarı savunur, "bu iş böyle gitmez" diye derin iskambil falları açar, garip imâlarda bulunur.
Bulunsun, "bize ne" der geçeriz; kendi içtihadıdır; yolunu, fikirlerini beğenmiyoruz diye düşmanlık edecek halimiz yoktur. Esasen bu
mübarek zâtın fikir ve eylemleri eleştirmek gibi bir derdim de bulunmuyor fakat o mâlum tabirle, "Şeyh uçmaz, müridleri uçurur" derler ya; ben şeyh efendiye şaşmıyorum, müridânına hayret ediyorum. Satır araları
gözyaşı ve aşkla titreyen ağlamaklı bağlılık mektupları yazıyorlar
İlhan abilerine. Mistik bir cezbe, transandantal bir irtibat mevzubahis, "o benim, canım ilhan abim" lâfzında. Ziyaretine gidenler, yarım hac sevabı kazanmış,
dava uğrunda nice ulvi mertebelere nail olmuş birer Havâri edâsıyla pek hissî, pek mahbûbâne intibalar kaleme alıyorlar; bazıları, "İlhan abiye bir şey olmadı ama Türkiye çok şey kaybetti" diye hayıflanıyorlar.
Ben de şaşırma, hayret etme hakkımı kullanıyorum. Seküler dünya görüşü sahibi, aydınlanmacı yazar çizer takımının da bu gibi mistik "râbıta"lara meraklı olduğunu, bir aziz arayışı içinde bunaldıklarını gördükçe içimden, "yav" diyorum, "bu Türkler nasıl da birbirlerine benziyorlar; al sağcısını vur solcusuna!"
Yakın tarih yazıcılarına bu "İlhâniye tarikatı" kavramı benim armağanım olsun; cömert günümdeyim bugün.