Salacak sırtlarından Sarayburnu'na baktığımızda,
evet, hangi şirkete ait olduğunu bilmediğim, merak bile etmediğim birkaç gökdelen, o meşhur "
siluet"i bozuyor.
Bazıları, sisli ve yağışlı havalarda görünmez bile diyorlarsa da ihlâl ihlâldir ve bunun üzerine basınımızın güzide kalemleri mesele hakkında görüşlerini dile getiren önemli yazılar yazdılar. Bu fakir dahi, "Amele sınıfı birleşiniz" başlıklı yazıyla
İstanbul'un rantı bölüşülünceye kadar bu gibi manzaralarla karşılaşmanın "pek tabii" olduğundan dem vurarak konuyu şöyle özetlemiştim: "Her üç gökdelenimiz de güzel İstanbulumuza hayırlı, kademli olsun. Yakışıyor!"
Saf
gönüllü bir okuyucum, "Nee, yazıklar olsun hocam, siz de mi?" şeklinde târiz gönderince sanki gökdelenleri destekliyormuşum mânâsının da çıkarılabileceğini hayretle farketmeyeyim mi? Halbuki, kendi çapımda gökdelen düşmanı sayılırım şahsen. Yüksek ve şeddâdî binâlardan hiiç hazetmem. Bu konuda tercihim arza enine yayılmak, insâni ölçüleri zorlamamaktan yana; nitekim o yazıda Mekke'de
Kâbe'nin hemen omuzbaşına Hâmân'ın kulesi gibi dikilen bilmem ne towere de demediğimi bırakmadığımı hatırlıyorum. Tenkidimin sebebi sadece Kâbe'ye hürmetsizlik değil, daha çok hacı ağırlayacağım diye yapılan lüzumsuzluk ve açgözlülüğe de dikkat çekmekti. Bu arada birtakım Türk vatandaşlarının da, "Balkona çıkınca Kâbe karşında, sabah
akşam Haram'ı seyret azizim" ballandırmasına can atarak, o binadan yüksek yüksek rezidanslar satın aldıklarını da kemâl-i iftiharla öğrenmiş bulunuyoruz nicedir, mâlumumuzdur!
Siluete gelelim; benim gibi sonradan görme bir "Çakma" İstanbullu'nun bile farkedebildiği çok basit bir gerçek var: İstanbul, T. Fikret'in isabetle tesbit ettiği üzere "Bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir" olmaklığı hasebiyle payümâl edilmedik silueti kalmamış bir
belde-i tayyibemizdir.
Nitekim bakınız bugünlerde Ataşehir'i E-80 otoyolundan (TEM oluyor galiba) geçenler,
deniz tarafında birbirini âhenkle perdeleyecek şekilde inşa edilerek
Marmara manzarasına eşsiz bir siluet perdesi çekiveren o caanım bloklarının önünde, yola çok yakın bir mevkide yükselmekte olan bir câmi inşaatına dikkat kesiliyorlar ister istemez. Yaptığım kısa araştırmada caminin Başbakan'ın talimatı üzerine
TOKİ evlerine komşu olsun ve
hizmet etsin diye yaptırıldığı bilgisine ulaştım; ismi
Anadolu Ulu
Camii imiş. Hayırlı kademli olsun, cemaati bol olsun fakat sonraki geçişlerimden birinde farkettim ki
Osmanlı-Türk
mimari üslubunda tasarlanan cami, arka plandaki güzelim TOKİ evlerinin ve bilhassa âdeta sırtını yaslamış gibi görünen Uphill Towers isimli mimarlık eserinin teşkil ettiği çağdaş kentsel çizgilerin siluetine nâhoş bir tezat teşkil etmektedir. Zeytinburnu'nda gökdelenler Sarayburnu'nun klasik siluetine dahlederken, burada tam tersi: Klasik mimarlığı ihyâ kasdıyla yapılan bir bina, "Çağdaş kentsel silueti", paslı çiviyle cilalı kaporta çizermiş gibi tahriş ediyor. Ne yapacağız? Oradaki ihlâlse buradaki de ihlâl! Başbakan'ın yaptırdığı câmi diye görmezden mi geleceğiz? Zinhar! İşte buradan kınıyorum ne olacaksa...
Velâkin bu tip ihlâllerin teselli verici bir yanı var; eğer çok aldırış etmezseniz, neticede hiçbir şey olmuyor, alışıyorsunuz; nitekim vaktiyle Dolmabahçe'nin agûşuna rekzolunan Gökkafes'e İstanbulluların nasıl alışıverdiğini, hatta tarihî eser sandığını tahmin eder miydiniz?
E, bu defa fıkrayı anlatalım artık. Adam henüz taze evli, eşi de hâmile iken askere almışlar; tam üç sene. Dönüşte bakmış kapının önünde dört yaşlarında bir çocuk, "Herhalde bu benim çocuğumdur" diye
akıl yürütmüş. Avluya girmiş içerde birbuçuk yaşlarında bir başka çocuk önünde bir çanak yoğurdu döke saça yemekle meşgul.
-Hanım hanım, demiş bizimki, "Dışardakini anladık da bu yoğurt yiyen neyin nesi?"
Kadıncağız, "Amaan bey" demiş, "Elleme garibi yoğurdunu yesin!"
Bir şey olmaaz, bırakalım herkes yoğurdunu yesin.