Yazıyı kaleme aldığım şu dakikalar itibariyle ortalık
şike iddialarıyla yıkılıyor. Haberi duyduğumuzda, "Bunun da arkası fos çıkar; Türkiye'de şike yapıldığını herkes bilir, kimse ispat edemez" diye düşündükse de geçen saatler itibariyle meselenin ciddi olduğu hissedildi.
Kulağı delik gazeteci
arkadaşlar endişeli bir tonda, "Yığınla dinleme,
kamera kaydı vesaire varmış; hepsini belgelemişler" diye konuşmaya başladılar.
El mi yaman, hukuk mu yaman göreceğiz.
Bilirsiniz, ne zaman aykırı bir vaziyet ortaya çıksa, "Padişah Sultan Palamut'un zamanında da böyle bir şey vuku bulduydu; netekim..." diye yazılar döktüren bir muharrir zümresi vardır bizde; iyidir, karşı değilim. En azından okuyucuda "Vallahi rahatladım yahu; bu rezalet ilk defa bizim başımıza gelmiyormuş, başkaları da varmış, bak sen şu dedelerimizin yaptığı işe" şeklinde bir rahatlama, ondan da öte tarih bilinci ve bilgisiyle doğrudan temas imkânı veriyor bu edebiyat türü.
İşte ben de, kıyısından köşesinden vaktiyle tarih hocalığı yapmış bir muharrir olarak şike hadisesinin tarihî köklerine inmeye karar verdim. İndim indim; bir de baktım ki, elimde vaktiyle çevirdiğimiz mâsum şike fırıldağından başka elle tutulur, ispatlanabilir bir hadise yoktur. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın hesabı, araştırmacı tarihçi yazarlığın şânına bir hâlel gelmesin diye ve dahi "Bir hakikat kalmasın âlemde nihân" düsturuna ittibâen, vaktiyle karıştığım şike rezâletini açıklamaya karar verdim.
Evet, hadisenin maddî delillerini ortaya koyabilecek durumda değilim. Ne bir kamera kaydı, ne bir
telefon veya ortam dinlemesi, ne de bir fotoğraf yok ama tapu gibi
itiraf var; en yetkili ağızdan, yani yazarınızdan...
Biz de vaktiyle
genç olduk; işte bu eyyamda bir ara, iş çıkışı dört bir koldan "
kahve"ye koşturmaca alışkanlığına tutulmuştuk. "Kahve"yi kasten tırnak içinde yazıyorum, olur ki içinizden bazıları bunu hayra hamletmek endişesiyle, "Yok canım, kahve olamaz, kıraathane, yani kitap okunan yer demek istiyor da aceleyle kahve şeklinde yazmış" diye anlarsınız, yanlış fikire kapılmanızı istemem. Düpedüz kahve, hani şu içinde iskambil, tavla, pişpirik, okey oynanan, bolca lâkırdı edilen, baca gibi mükeyyifat tüketilen yerlerden biri... Üstelik salaş, üstelik kirli bir yer...
"Esaslı bir karemiz var" demeyeceğim, tam kadro halinde üç
masa dolusu arkadaş ediyorduk ama içimizden bazıları (Onlar kendilerini iyi bilirler), o yaşa gelmelerine rağmen para-turadan gayrı oyun öğrenememiş olduklarından masanın kenarında oturup otlakçılıkla geçiniyorlar. Biz oyun peşinde nice heyecanlar çekerken onlar
paşa paşa çaylarını,
gazozlarını içiyor, simitlerini yiyor, oyun bittiğinde ise saf saf, "Kim kazandı?" diye sorarak eğlenceye ayrı bir boyut katıyorlardı. Haksızlık etmeyelim, hepsi de kahve adını verdiğimiz o izbe, o kötü, o kirli ve gradosu düşük mekâna sırf arkadaş grubunun neşesine katılmak, bizlerle beraber olmak için geliyorlardı.
Hayli kalabalığız ama en iddialı kare dört kişiden oluşuyor. Karenin baş elemanı, oyun sonunda
hesap ödemekten pek hazetmeyen bir akademisyen arkadaşımız (O şimdi prof; beter olsun!). Bu arkadaşımız çay-gazoz parası vermekten hoşlanmıyor ama işin güzel tarafı okeyin inceliklerinden de anlamıyor. Acemi. Daha da güzeli, acemi olmasına rağmen mütemadiyen kareye girmek için
gönüllü olması.
İşin en kötü tarafı ise (vaktiyle kahve stajı yapmış olanlar iyi bilir) arkadaşın o mâruf müsellem acemiliğine rağmen, hemen her oyundan zararsız ayrılması. Deliriyoruz. Adam hem oyun bilmiyor, hem de bizim gibi usta oyunculara "parti parası" verdirip kenarda kıs kıs gülüyor. (Bizim Beşir de öyledir meselâ; yıllardır tavlayı sayarak oynar ama ne zaman maça tutuşsak, beni evire çevire yener; "Lûbiyat"tan uzaklaşmamın en büyük sebebi bu gibi acemilerdir işte!)
Devam edelim, "Bu iş böyle olmayacak; şuna adamakıllı bir parti vuralım da tövbe etsin, haddini bilsin" diye önceden
kumpas kurduk. Dikkat şike olayımız burada başlıyor.
Oyun eşli oynanıyor. Kim acemiye eş düşerse, peşinen ortağını satacağını vaadedecek ve eline dizili taş gelse bile asla ve asla bitmeyecek; ikinci adımda acemi arkadaşın sağında ve solunda oturanlar, birbirlerine masa altından gizlice "yarar taş" transferinde bulunacaklar; bu nakliye işlemine aceminin ortağı da aracılık edecek; bitmedi. Kenarda oturan otlakçı arkadaşlar ise aceminin tahtasındaki taşları bize saniye saniyesine fısıldayarak enformasyon hizmetinde bulunacaklar!.. Resmen örgütlü, organize suç şebekesi kurmuşuz yahu...
Masaya geçtik, seyircilerle birlikte on kişi filan olmuşuzdur herhalde. Daha oyun başlamadan, oyunu kaybetmesi şike usulüyle neredeyse kesinleşen arkadaş çok zarara girsin diye herkes çifter çifter kola, meyvesuyu, gazoz ısmarlamaya başladı. İçen bir daha içiyor, yoldan geçen arkadaşına ısmarlıyor. Şaka-şamata oyun başladı. Şike planlarımız kusursuz işliyor. Bizimki daha üç taşı benzer yapamadan
zafer üstüne zafer kazanıyoruz. Casuslar iyi çalışıyor, taş nakliyatı mükemmel işliyor; Aceminin ortağı sinsi sinsi, mütemadiyen ortağını satmakla meşgul...
İşin en
tatlı faslı, oyun esnasında rakiple dalga geçmek: "Artık bankadan
kredi çekersin, hesap bayağı tuttu", "Çoluğun çocuğun haberi var mı, gelene geçene gazoz ısmarladığından; bari bir
kasa da eve götür, evdekilerin hakkı kalmasın", "Bunca yıllık öğretmenim, çay ağacı görmemiştim, işe bak ki karşımda oturuyor!"
Derken tuhaf birşey oluyor; bizim acemi o saf, sakin ve telaşsız haliyle üst üste puan kazanmaya başlıyor. Yanında oturanların sonradan anlattığına göre, acemiliğinden güzel taşları bozduğu halde bile her çektiği yarıyormuş; böyle bir ballı şans daha görmemişlermiş vesaire...
Neticede biz o partiyi yedik bir güzel; gazoz, çay, meyvesuyu ağacı olduk; hesabı ödedik. Garibim, öyle acemiydi ki bizimle doğru dürüst dalga geçmeyi bile beceremedi ama acısı hâlâ içerlerde bir yerde duruyor; inanmayan bu yazıyı bir daha okuyabilir.
Kıssadan hisse: Şike, yapanın yanına kâr kalmıyor. Bütün şikecilere önemle hatırlatırım!