Bir yazarın, bir insanın kendi hakkında yazması, konuşması sevimsiz; birinci tekil şahıs sigası ihtiva eden cümle kurmak tehlikeli ve yüksek derecede riskli.
Eskiler mümkün mertebe "ben" demekten kaçınır, "benlik davası"na düşmemek için cümlelerinde bu defa birinci çoğul şahıs sigâsını, yani "biz"i
tercih ederlerdi.
Geçenlerde sahur vakti bir din âlimimizin sorulara
cevap verdiği programda seyircinin biri diyor ki: "Cenâb-ı Hak, Kur'an'da niçin 'biz'li cümle kuruyor da 'ben' demiyor?" Hoca dedi ki: "Bize
ders veriyor; öyleyse ben dememeliyiz, hep biz demeliyiz." İçimden dedim ki, "Yarabbi, şu adamın aklını bana ver; ben de mutlu olayım!"
Konuyu taraftarlık meselesine getirmeye uğraşıyorum ama şu "biz" sigası meselesi önemlidir. Buraya bir balmumu yapıştıralım, bilahire mevzûya döneriz inşallah.
Kur'an'da Cenab-ı Mevlâ'nın niçin "biz" sigâsını sıkça tercih ettiği hakkında başka izah ve tefsirler okumuştum ama insanlara "Birinci tekil şahıs sigalı cümle kurmayın zinhar" öğüdü bunların arasında yoktu, dolayısıyla bundan "Cenab-ı Hak bile benli cümle kurmamış biz de kurmamalıyız" hükmü çıkarılması maksadını hayli aşan bir yorumdur bana göre.
Evet, "bana göre" ve burada "bize göre" demek, şahsi sorumluluktan sıyrılmak gibi bir mânâ taşıyor. Siz kimsiniz kardeşim; kaç kişisiniz; biz kimlerle
iletişim halindeyiz? Şirket mi, yazarlar topluluğu mu, "Hafazanallah Ben Demeyenler Kulübü'nün
yönetim kurulu üyeleri mi? Çokluksanız
teker teker geliniz ki, tanıyalım; teklikseniz niçin çokluk gibi görünmeye kalkışıyorsunuz?
-Efendim ben çok nazik, çok kibar, ince düşünceli bir insanım o yüzden ben demiyorum, biz'i tercih ediyorum.
-Nasıl yani, su içtiğini ifade ederken nasıl cümle kuruyorsun sen şimdi?
-Su içtik diyoruz!
-Ya, öyle mi,
Allah lâyıkınızı versin o zaman; afiyet olsun hepinize!
Bazı yazarlar, özellikle de
genç akademisyenler pek meraklıdır bu lüzumsuz mahviyetkârlık gösterisine. "Biz bu çalışmada şu metodu kullandık, şu yaklaşımı benimsedik..."
-Kaç kişisiniz kardeşim, birden fazlaysanız teker teker gelin!
-Kalabalık değiliz efendim, sadece ben; terbiyesizlik olmasın diye biz diyorum.
-Maaşallah, ne kadar da terbiyelisiniz!
-Niçin? Çünkü efendim, eğer "ben" diye cümle kuracak olurlarsa aslında "beeennn" demeye, yani "Küçük dağları ben yarattım, ufakları da bizim yakın akrabalar" demeye getirirlermiş. Hocalarına karşı ayıp olurmuş, zaten hocaları da ona öyle tembih etmişlermiş, onlar da hocalarından öyle görmüşlermiş...
Yeri geldi söyleyim; bir yazarın, akademisyenin, -birden fazla
imza ile tamamlanan kolektif eserlerin önsözü dışında- "biz" zamiri kullanması sorumluluktan kaçmak ve sahte nezaket gösterisi yapmak anlamına gelir bana göre. Fikir beyanı sorumluluk gerektiren ciddi bir iştir; bu gibi metinlerde "ben" sigasını vurgulamak, sorumluluğu üstlenmek demektir.
- Kim karıştırdı bu herzevekilliği, denildiğinde sağına soluna bakmadan, "Bana aittir, sorumlusu benim" diye o fikri, yanlış veya eksik de olsa sahiplenmektir.
Bazı okuyucular (!) var,
eleştiri mektuplarını hem anonim derecede tanınmayacak bir adres üzerinden gönderiyorlar, hem de isim yazmaktan çekiniyorlar. Onlara, aslında bir fikir sahibi olmadıklarını ve bu gidişle asla olamayacaklarını anlatmakta zorlanıyorum, çünkü aslında bir kimlikleri yok. Yüz bin kişilik stadyumda hapşırdığı için utanan birini andırıyorlar. Eleştirisi doğru ve haklı olsa bile fikrinin değerini ve itibarını zedeliyor böyleleri.
İsim sahibi olmak, sorumluluk sahibi olmaktır. Yetişkinler, eylemlerinin sorumluluğunu üstlenir ve sırtlarında taşırlar; gerektiğinde savunur, gerekmediğinde "Yanlış yapmışım, hatalı düşünmüşüm" diye onları terkedebilirler ama isim ve kimliğini gizleyerek fikir yürütmeye kalkışanlar bana hep, kalabalık yerlerde ve gürültülü ortamlarda bir "kabahat" işledikleri zaman,
- Nasıl olsa duyulmamıştır, hissedilmemiştir, güvenciyle kendini mazur görenlerin safdilâne özgüvenlerini hatırlatır.
Gelelim taraftarlık meselesine; ismini saklamayan bir okuyucum geçen hafta, Futbol Federasyonu'nu eleştiren bir yazıma tepki gösterdi ve şu meâlde bir şey yazdı: "Eğer bu hadiseler Galatasaray'ın başına gelse, yine hakperest olabilecek miydiniz bakalım?" Cevaben bu okuyucuma kendisine teessüf ettiğimi yazdım; o da özür diledi ve iş kapandı ama bunca seneden beri "kötü taraftarlık" hakkında yazdığım on civarındaki yazının kuma düşmüş bilye tanesi gibi hiç ses çıkarmamış olmasına üzüldüm. Elbette her okuyucu, yazarın geçmişini, daha önceden yazdıklarını ve şahsiyetini tanımak zorunda değil ama şöyle bir
akıl yürütmenin imkânı beni çileden çıkarıyor,
itiraf ediyorum:
- Bu adam TFF'nin kararlarıyla dalga geçiyor; TFF kararları FB'nin işine geliyor; bu adam zaten GS'li imiş; demek ki fırsat düşkünlüğü yapıp, aradan FB'ye çakmaya çalışıyor. GS
mağdur olsaydı kesinlikle böyle bir yazı yazamazdı!
Böyle bir akıl yürütme olabilir mi? Elbette olabilir! Köşe yazarlığı maalesef çoktandır, sağa sola danışılıp iyice soruşturulmadan kız verilecek bir meslek grubu olmaktan çıktı. Neler var neler! Dolayısıyla herkes, "
Muzaffer vakt-i fursatta âdûdan intikaam almaz/ Mürüvvet-mend olan nâkâmi-i düşmenle kâm almaz" düşüncesini savunmuyor.
Taraftarlık meselesine gelebildik mi?
Hayır gelemedik ve bu gidişle geleceğimiz de yoktur; şu günlerde öyle taraftarlık (!) gösterilerine şahit oluyoruz ki, kavramın lugatlerdeki karşılığı hepten çizilse sezâdır: Adam belki hîn-i hâcette şahsi şerefini, onurunu, dinini, vatanını, ailesini, sülâlesini bu derece derin bir
inanç ve öfkeyle savunamaz fakat tutkunu olduğu renklerin kulübü ve yöneticileri söz konusu olduğunda bir anda çılgına dönüveriyor. Öyleyse taraftarlık bizim bildiğimizden farklı, bambaşka bir şeydir ve son bulgular ışığında galiba yeniden
tarif edilmesi gerekiyor.
Yeni taraftarlık kavramı vatana, millete ve takımını her şeyden, hatta hakikatten bile çok sevenlere armağan olsun; ben onların arasında olmayacağım, baldırımda hafif çekme olduğu için düz koşuyla idare ederim bundan sonra...