İstanbul'u avucunun içi gibi bildiğini söyleyen ve bilenlere hep gıbta ile bakıyorum; eğer İstanbul'u bilmek ve tanımak bir ilimse, ben bu ilmin henüz alfabesinde kekeleyen biriyim demektir.
Efendim tamam, yeni İstanbulluyuz, memleketin acemisiyiz, hatta soranlara "İstanbul'un köylüsüyüz" filan gibi yarı
şaka, yarı ciddî
cevap veriyoruz ama "Suriçi", "
Beyoğlu yakası", "
Anadolu tarafı" gibi bazı temel kavramlardan da haberdarız. Evet, ara sıra otomobille bir ilçeden ötekine geçerken yol sapaklarını şaşırıp "bir boy" gittiğimiz, hatta -kimseye söylemeyiniz lütfen- yanlışlıkla kıt'a değiştirdiğimiz bile oluyorsa da o kadarcık kusur kadı kızında da bulunur elbette.
Neyi anlatacaktım; efendim geçen hafta bir davet aldım.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ kurumu ilgilileri, meşhur tarihçimiz Halil İnalcık Beyefendi'nin 70. ilim yılını kutlamak için bir faaliyet tertip etmiş ve bu çerçevede bazı gazeteci arkadaşlara Hoca'yla birlikte dar kapsamlı bir
akşam yemeği vermeyi düşünmüşler; gidilmez mi?
Yalnız serde acemilik var; yola düşmeden evvel davetiyedeki otelin adresini iyice öğrenip internet haritasından adresi kolaçan ederek kendimce bir
ulaşım rotası çizmeye karar verdim. Stratejim kısa ve etkiliydi: Kapının önünden bir
taksi çevirecek ve "Sür bakalım filanca otele." diyecektim.
Öyle yaptım,
taksici o mâlum şeyleri söyledi hemen, "Abi ben bu tarafın şoförüyüm, karşıyı pek bilmem; artık sora sora gideriz". Akşamüstüydü, karşı tarafı iyi bilen bir şoförü bu tarafta, hele bu saatlerde bulmak pek mümkün olmayacağına göre razı olmalıydım. "Yetişin ey yol pirleri!" diye taksiye bindim fakat o ana kadar hesaba katmadığım basit ama kötü bir gerçekle hemen yüz yüze geldim.
Cuma trafiği başlamıştı ve bu saatlerde ana yollara çıkıp bir yerlere gitmeye kalkışmak cinnetten farksızdı. Nitekim
köprü girişinde çakılı kalan trafiği görünce taksici homurdanmaya başladı. "Kısa kes!" dedim, "Ne istiyorsun?"
"-Abi sana da yazık, bana da yazık; ver beş lira seni iskeleye bırakayım,
motorla gidersin, bana da dua edersin." dedi. Ânında razı oldum. Önce motor, ardından Kabataş'ta yoldan güçbela çevirdiğim bir başka taksi, beni aynı ismi taşıyan ama farklı semtteki otele bıraktı.
Taksicinin vebali yoktu; hata bendeydi... vesaire vesaire...
Yarım saat gecikmeyle yemek salonuna vâsıl olduğumda soğukluk tabir edilen şeyleri masadan kaldırıyorlardı. Eski dostum
Nevzat Bayhan ev sahibi sıfatıyla beni Hoca'nın yanına oturtmak nezaketi gösterince elbette çok memnun oldum.
Halil İnalcık Hoca'nın nâmını her Türk gibi ben de duydum; kitaplarını, makalelerini okudum ve zihnimde hep şöyle bir
imaj vardı: Sofraya oturduğunda göl gibi kımız içip, dağ gibi
kebap yiyen 2 metre uzunluğunda, 120 kilo ağırlığında müheykel bir adam! Aksine halim-selim, nazik bir insan. Yeni
model kırçıl sakallı halini görünce onu nedense Amerikalıların ünlü kahramanı Buffalo Bill'e benzetesim geldi. Nezaketle halimi hatırımı sordu; bir miktar tarihe bulaştığımı öğrenince memnun oldu ve böylece hiç ummadığım derecede Hoca ile yakın bir sohbetin içinde buldum kendimi. Diğer gazeteci arkadaşların o an gıbta ile bana bakmakta olduklarını hissetmek güzel duyguydu.
Hoca maşallah
yaşlı ve enerjik bir adam; bize bugünlerde yayınlanacak yeni kitabından bahsetti: Hasbahçeler. Bu kitapta, bazı saray şairlerinin Sâkinâmeleri'nden hareketle
Osmanlı padişahlarının eğlence hayatına pek öyle bilinmeyen bir ışık düşürmek istediğini söyledi. Diğer yeni çalışmaları ise yoldaymış. İçimden "Maşallah!" demekten kendimi alamadım.
Halil İnalcık Hoca'mızın en şikâyet ettiği konu, Türkiye'de tanınmamak. "İyi ama hocam" diyorum, "Geçenlerde kitap fuarında gördüm; ilmi makaleleri ihtiva eden kitabınız otuz küsürüncü
baskı sayılarında. Böyle bir kitap için bu kadar baskı fevkalade bir rakam; Türk okuyucusu sizi tanıyor, seviyor, saygı gösteriyor!"
"Tanınmamak"la neyi kasdettiğini az sonra farkediyorum; basının ilgisizliğinden şikâyetçi,
-Ben, diyor, tam beş ülkede akademilere onur üyesi seçildim, bazılarından fahri doktor unvanı aldım; onlar beni okuyorlar, görüşlerimi tartışıyorlar, yararlanıyorlar fakat oralarda gördüğüm ilgiyi kendi ülkemde görmüyorum...
-
Basın çok önemli diyor ve kendini merak ve dikkatle dinleyen
genç gazetecilere soruyor: "Bilin bakalım, basın bir ülkede kaçıncı kuvvettir?"
Gençler biraz düşünüp ve herhalde içlerinden "Kara, hava,
deniz,
jandarma" diye saydıktan sonra "Beşinci kuvvettir hocam." diyorlar.
-Yanlış diyor, "Birinci kuvvettir; basın çok önemli, insanları o işaretliyor; önemlerini o takdir ediyor!"
Sonra başlıyor genç gazetecilere
tatlı tatlı fırça çekmeye, "Okumuyorsunuz." diyor, "Bazı temel meselelerde çok cahilsiniz." diyor, "Avrupalıları ve Avrupa'yı çok önemsiyor, yere göğe sığdıramıyorsunuz ama bunlar o kadar da önemli değildir. Biliyor musunuz Papa Benedictus bir Türk düşmanıdır. İstanbul'a gelince niçin ilk önce Patrikhane'yi ziyaret etti sanıyorsunuz. Bu önemli bir jestti." diyor, sonra Papalıkla İstanbul Rum Patrikliği arasında dinî doktrinden kaynaklanan ihtilâfın süratle giderilmesine dikkat çekiyor, Balat'taki Patrikliğin Ekümeniklik iddiasının basında
destek bulmasına şaşırdığını söylüyor. "Dikkat edilmesi lazım, nazik meseledir." mealinde konuşuyor. Bunun üzerine gençlerden biri, "Bu konuyu niçin önemsiyorsunuz; Patriklik ekümenik olsa ne olur, olmasa ne olur; İstanbul'daki Rum nüfusu 1.400 civarında fakat Patrik 2.400 olduğunu söylüyor. Hepsi hepsi 2.400 kişilik cemaati kalmış Rumların." deyince enikonu sinirleniyor.
Araya girmek ihtiyacı duyuyorum; ne de olsa yemekteki genç gazeteci topluluğuna nazaran Halil Hoca'yla onların arasında köprü kuşaktan sayılırım, "Yanlış anlama oldu, öyle demek istemediler." yollu şeyler söylüyorum.
Biliyorum merak edersiniz, "
Yemekte neler yediniz; bilmek isteriz." diye düşünürsünüz. Efendim, görgüsüzlük edip sizlere yemek listesini ballandıra ballandıra anlatacak değilim, yalnız "Kabak çiçeği dolması" denilen dolma türüyle ilk defa teşerrüf ettiğimi saklayacak değilim; kezâ sıcak
börek parçalarıyla birlikte
servis edilen
kahve fincanı benzeri bir kabın içindeki açık yeşil renkteki macunun ne işe yaradığını öğrenmek için etrafımdakileri hayli kolaçan ettiğimi ve sonunda o şeyin sarmısaklı, tereli yoğurt olduğunu da
itiraf etmem gerekiyor.
Ana yemeği tanıdım ama, galiba İskender kebabı veya ona benzer bir şeydi!
O gecenin bendeki en güçlü hatırası, üst üste değiştirmek zorunda kaldığım taksilerden birinde unuttuğum cep
telefonu oldu ama; gitti gider bizim takoz telefon!