Yeni yöneticiler bakmışlar ki hastaneye daha önce ihâlesi yapılmış külliyetli miktarda ilâç ve tıbbî malzeme geliyor, fakat bir gariplik var. Yıl ortalamasına göre senede bir kere kullanılan bir ilâçtan tam 4 bin kutu
sipariş edilmiş.
Ayrıca 13 binin üzerinde miadı
dolmuş ilâç bulunmuş
depolarda ama aynı ilâçların eksikliği gerekçesiyle yeni siparişler hastaneye gelmeye devam ediyor. Bunun üzerine
yönetim, bazı dershane ve laboratuarları boşaltarak depo haline getirmiş.
Basının bu gibi hadiseleri fikr-i takib kararlılığı ile izlemesi lâzım ki, suçlu, zanlı, ihmâlci belli olsun, birbirinden ayırd edilsin; iki gün sonra unutuyoruz. Bu gibi yolsuzluklarda "Yapanın yanına kâr kaldığı" genel kanaattir. Ne kadar utanılası bir durum?
Bir başka hadise: bir şehrin DSİ kanalında yüz binlerce lira değerinde kesik kupürlü ilaç ve yeşil
kart fotokopisi bulunuyor.
Polis hadiseyi araştırarak kutulardaki
parmak izlerinden bazı
eczane kalfalarına kadar ulaşıyor. Çok zeki olmaya gerek yok; âşikârdır ki mesleğini kötüye kullanan bazı doktor ve eczacıların dahli olmadan böyle bir yolsuzluğu kotarabilmek mümkün değil.
Meslek dalını ilgilendiren her yolsuzluk isnadında meslek haysiyeti adına ayağa kalkan kuruluşların, kendi içindeki
çürük elmaları ayıklamakta bu derece serin davranmalarına ne isim vereceğiz?
Ne yazık ki istisnaî hadiseler değil bunlar; neredeyse sistematik bir düzenlilikle tekrar olunuyor.
Her kurumun iç teftiş mekanizmaları,
denetleme hiyerarşisi, bunların en üstünde
Sayıştay,
Danıştay İdare Mahkemesi ve ayrıca meslek odaları var. Niçin bunca denetime rağmen birileri gözünü karartıp harama tevessül eder? Eder, çünkü kamu idaremizin en mühim zaaflarından biri, denetleyenlerle denetlenenler arasındaki "sempatik ve empatik" akışkanlıktır. Bu gibi yolsuzluk davaları mahkemeye düştüğünde bilirkişilik kurumu devreye girer. Bilirkişilik görevi yapmış olanlar hiç alınganlık göstermesinler fakat yargının bu safhası, nedense en çok karadelik oluşan bir nevi uzay arazisidir!
Sırada daha sümenaltında unutulduğu, ya da
posta parası bulunamadığı için yargıda zamanaşımına uğrayarak düşüvermiş ilginç davalar var.
Vakit gazetesinde önceki gün çok ilginç tesadüfleri biraraya getiren çürük hadiselerine yer verildi; haydi "iddia" diyelim; öyle demek zorundayız çünkü
çürük raporu veren bir bilirkişi heyetinin raporu, aksi isbat edilene kadar "bilimsel doğruluk karînesi" taşımaktadır. Bir bilim heyetinin verdiği ilmî bir raporun doğru olmadığını isbat etmek, usûle uygun tarzda oluşturulmuş yeni ve daha üst bir bilim kurulunun bilirkişi raporu ile mümkün olduğuna göre, bir nevî muhâl ihtimâlden bahsediyoruz demektir.
Söylerken biraz sıkılıyorum fakat bizim okumuş-yazmış takımımızın arasında hayli sıkı bir nevi meslek tesânüdü, bir
sınıf teâvünü mevcut bulunduğunu ileri sürmekte mahzur görmüyorum. İsterseniz örneklerini tek tek irdeleyebilirsiniz; ilmî yanlışlık veya intihâl sebebiyle birbirine kılıç çekmiş iki
bilim adamı arasındaki nizâ maddeleri listelendiğinde deontolojik (Deontoloji: Bir mesleğin uygulanmasında uyulması gereken ahlaki değerler ve etik kaidelerle ilgili disiplinin adıdır) itirazın son sıralarda yer alması pek kerih bir nüktedir.
Bizde bu yüzden meslek kusurundan ötürü ceza görmüş meslek erbâbı, ancak ve ancak "talihsiz" sıfatıyla anılmaya sezâ, istisnâi cinsten bir hadisedir. Bu gibi hallerde necîb basınımız, ilgili meslek kuruluşunu ilzâm eden
bakanlık üzerinden hükümetlere dirsek atmayı
tercih ederler. Kimsenin aklından meseleyi Deontolojik bir düzleme taşıyarak, ilgili meslek kuruluşunun davranışını irdelemek, konuyu felsefi boyutlarıyla teşrih etmek geçmez ve küllî bir çözüm yolu aramak geçmez.
...
Bunun sebebi acaba, "günün birinde bizim de bir işimiz düşerse..." endişesi midir?