Rengi farklı da olsa, kaş, göz,
ağız,
burun,
kemik, adale yapısında ufak tefek farklar da bulunsa insanoğlunun tek türü var: Baş, gövde, iki kol ve bacaktan oluşan bir anatomiden söz ediyoruz; buna mukabil
hayvanlar âlemindeki tür, hele hele
renk ve
organ farklılığı müthiş.
Nitekim biz insanlar, "hayvan"ı
tarif ederken, onu insandan ayıran temel farklardan yola çıkabiliyoruz; buna göre hayvan düşünme, konuşma, fikretme ve âlet yapma kabiliyeti olmayan canlı türüdür. Bir bakıma insanın dışındaki her canlı.
Bazı "elemanlar" ise hayvanın insandan aman aman bir farkı olmadığını, esasen dünyadaki en anlamlı ve yaygın canlı türünün hayvanlar olduğunu, insanın bile "Evrim" yoluyla hayvandan türediğini ileri sürüyorlar ki konumuz bu değildir. Burada vurgulamak istediğim fikir, insan türünün tekliğine mukabil hayvanlar âlemindeki müthiş çeşitlilik, başdöndürücü zenginlik ve dünyanın her yerinde her coğrafyasında hayata tutunabilen o müthiş uyum kabiliyeti.
Hayvanları evcilleştiren uzak atalarımız, günün birinde küvette
timsah, balkonda
atmaca, oturma odasında kedi, köpek, sincap, fare veya kuşlarla birlikte yaşayacağımızı bilselerdi, "Abartmışsınız ama!" diye bizimle dalga geçerlerdi herhalde.
Abarttık ve adını hayvan sevgisi koyduk.
Hayvanları sevmek güzel bir şey elbette fakat kendi içinde ikiyüzlü bir muhtevası var: Biz hayvanlara karşı -nasıl söylenir bilemiyorum?- biraz "Irkçı" davranıyoruz galiba.
Kedi, köpek,
kanarya,
civciv,
buzağı,
kuzu sevimlidir, evcildir, hoştur sevilesidir de meselâ bit, pire,
solucan,
sivrisinek, sülük,
kene, köstebek birazcık "zararlı" hayvan cinsine girmezler mi? Girerler! Haşere ilâçları sanayiini düşünün bir kere...
Kimsenin sırf hayvan sevgisi yüzünden evinde tahtakurusu, mutfak karıncası beslediğini duymadım; ne var ki eskiden evlerin kuytu köşelerinde "hîn-i hâcette lâzım olur evlâdım, bulunsun" düşüncesiyle bir
şişe içinde sülük bulundurulduğunu gayet iyi hatırlıyorum. Rahmetli halamın iki buçuk metrekarelik mutfağının yarısını kaplayan eski tarz ocağın üstündeki rafta vardı meselâ. Meşhur ve eski
İstanbul valilerinden Fahrettin Kerim Gökay'ın Yeşilaycılığına muhalefet olsun maksadıyla akşamcı takımı o günlerde piyasaya çıkan 35 cc'lik ufak rakı şişesine onun adını takmışlar. Kısa boylu, biraz tombulca, üzeri nokta nokta pütürlü o şişelere o günlerde kısaca Fahrettin Kerim derlerdi; işte böyle bir şişenin içinde sülükler, günler, bazen haftalar ve aylarca şişenin cidarına yapışıp kıvrılmış halde dururlar ve bilmem ki ne ile beslenerek hayatta kalabilirlerdi? İşe yarayacakları zaman şişeden çıkarılan zavallı sülükler, insan vücudunda kan emecekleri yere konulup lüzumu kadar vampirlik yapmalarına müsaade edildikten sonra, "Eğlenceyi tadında bırakalım" kuralı gereğince üzerlerine
mangal külü dökülerek yapıştıkları yerden ayrılır ve galiba ölürlerdi.
Hayır, halam bir hayvansever filan değildi.
...
Her neyse, burada temel meselemiz hayvanlarla insanlar arasındaki ilişkinin garip tabiatına dikkat çekmektir sadece; en azından hayvanlara karşı ikiyüzlü davrandığımızı söylemek yanlış olmayacaktır; onları severiz, öldürürüz, yeriz, derilerinden
elbise ve otomobil koltuğu, tüylerinden kazak yaparız. Bana kalırsa hayvanseverliğin temelinde, onları dilediğimiz gibi tasarruf edebilme iktidarımız yatmaktadır; onları insan gibi davranmaya yaklaştırabildiğimiz zaman sevmeye başlıyoruz. "
Kafesinde uslu uslu yemini ye ve ben istediğim zaman öt!" diyoruz mesela kuşlara. Zavallı
akvaryum balıklarına reva gördüğümüz muamele ise yüz kızartıcıdır; bunun aksini savunan kendini balığının yerine koyarak bir ömür boyunca onda bir metreküp hacmindeki cam kafes içinde yaşamaya rıza gösterebilmelidir; üstelik beslenmeniz bile sahibinizin keyfine kalmış bir halde...
Geçenlerde Zaman
Avusturya gazetesinin yıllık şenliğine katılmak üzere Viyana'daydık.
Sohbet arasında on Avusturyalıdan birine bir evcil hayvan, tercihan köpek düştüğünü söylediler. Mâlum, asrî Evropa'da evli çiftler, birbirlerinin küçücük kusurlarını fark ettikleri zaman kolayca boşanabiliyorlar. "Birlikte yaşama" modası hâkezâ. Nikâh yok, çocuk isteğe tâbi ve genellikle istenmiyor. Yalnız yaşama modası geçerli bu
ülkede. Yalnız yaşadığı evde öldükten ancak beş sene sonra ölümü fark edibelen insanların yaşadığı bir ülke Avusturya. Öyle ki, birkaç gün veya hafta geçtikten sonra ölümü fark edilen yalnız Avusturyalılar şanslı sayılıyormuş.
Ee, diyeceksiniz; eesi köpek! Bir insandan, evlattan, babadan, eşten, akrabadan beklenen sadakat ve yalnızlığı bölüşme ihtiyacını Avrupalılar köpekten bekliyorlar ve böylece her on kişiden biri evinde köpek besliyor.
Bir evde yaşamak isteyip istemediğini köpeklere sorsalar ve köpekten "Evet, ben bu adamın, bu kadının evinde yaşamak istiyorum." cevabı alabilseler belki problem kalmayacak. Biz insanlar, hayvanları iradesiz ve düşüncesiz kabul ediyoruz; onları eğitiyoruz, suni mamalarla doyuruyoruz, tabiatla kurdukları tabii ilişkiyi dejenere ediyoruz. Dereye atılan akvaryum balığının, kırlara salıverilen köpeğin, kanaryanın âkıbeti belli; ilk günü bile çıkaramadan uyumsuzluk sebebiyle ölüp gidiyorlar.
Biliyorsunuz, ülkemiz de artık Batılılaşma yolunda yelken-
kürek "ilerlediğinden" dolayı bizde de kedi-köpek edinme merakı şehirli
sınıf arasında yaygınlaşmaya başladı. Kediyi fare için, köpeği sürüyü korusun diye edinmekten vazgeçip onları birer can yoldaşı saymaya başlayanlarımız artıyor. Bunlar arasında
saldırganlığı ile bilinen pitbull cinsi köpeklerin karıştığı kötü hadiselerin sayısı da artmaya başladı. Hal böyle olunca sorumlular da pitbull cinsine yönelik tedbirler getirmeye başladılar, kimileri "tamamen yasaklanmalı" fikrini savunmakta.
İşte tam bu esnada geçen hafta basınımızda pitbull köpeklerini savunan bir
köşe yazısı yayımlandı.
Yazara göre bir
tatil köyünün bahçesinde otururken yanına bir köpek geliyor, yazar köpeği sevimli buluyor, oynamak istediğini farzederek keratayı biraz gıdıklıyor, köpek hoşlanıyor, patilerini yazarın kucağına koyuyor filan. Sahibine "Bunun cinsi nedir?" diye sorunca pitbull olduğunu anlıyor ve şaşırıyor. Köpeğin sahibi filozofça bir edâyla diyor ki, "Gördüğün gibi bunların da diğer köpeklerden farkı yok. Sevilmek isterler, oynamak isterler; mesele bir köpekte değil, o köpeğin nasıl yetiştirildiğindedir.
Pitbull'ları saldırgan diye toplayacaklarına, o köpekleri öyle yetiştiren sahiplerini toplamalılar."?
Yazarımız, "Bu zor bir çelişki" diyor ve aynen benim bu satırlarda yaptığım gibi feylesofâne tefekküre dalarak şöyle yazıyor: "Arkadaşımın söylediklerinde haklılık payı var ama bunu nasıl ayırt edeceğiz ve saldırgan olarak yetiştirilen köpeklerin insanlara zarar vermelerini nasıl önleyeceğiz?? Öte yandan bunun bir canlı hayvan katliamına yol açmasının vicdanlarda yaratacağı tahribatları da düşünmemiz gerek. Bir köpek sahibi ile köpeği arasındaki derin bağı böylesine koparmanın yaratabileceği duygusal sorunları unutmamalı..."
...
Ben bu tefelsüfte en çok "canlı hayvan katliamı" tamlamasına bayıldım; canlı hayvan katliamı vicdanlarda tahribat yaratırmış. A benim filozof efendim,
tavuk çiftliklerinde, mezbahalarda, ticari
balık avı faaliyetlerinde yaptığımız nedir? Hayvan mahkemesi kurup suçluyla suçsuzu mu ayırıyoruz, yoksa kesilmek veya ölmek istemeyen hayvanlar için temyiz mahkemesi mi tesis etmemiz gerekiyor?
Ben onu bunu bilmem; evinde hayvan besleyenlere sıkı denetim, eğitim ve yüklü vergiler konulmalı; böylece belki "canlı hayvan katliamının" da önüne geçebiliriz.
Ne dersiniz?