Çakılar ve ben


Beyazıt Camii'nin arkasındaki kaldırım tezgâhlarının arasında dolaşırken bütün dikkatim, yılların tecrübesiyle mallarını sergileyen satıcıların işportasındaki meçhul ve muhtemel "Kelepir"e odaklanmış durumdaydı. Yeni nesil kelepir kavramını pek bilmiyor; onlar her şeyin açılmamış ambalaj içinde pırıl pırıl durduğu orijinalini tercih ediyorlar. İkinci el bir ürüne, âşikâr bir küçümsemeyle, galiba biraz da iğrenerek bakıyorlar. Hani bedavadan "Al şunu evine götür, hâtıram olsun" deseniz, "Eksik olsun, bu mikrop dolu şeyi değil eve götürmek, elimi bile sürmem doğrusu" havasındalar. Peh peh peh... Yaşıtlarım gibi ben de kelepire bayılırım; o yüzden sokak arasında zorla iteklediği tekerlekli tezgâhta metal, plastik, sağlam veya çürük, kargacık-burgacık kullanılmış eşyalar satan satıcıların neler pazarladığına göz atmadan yüreğim rahat etmez; belki bir kelepir vardır içlerinde ve -olmayacak bir şey ama- satan da gerçek kıymetinden pek haberdar değildir! Olmayacak dua tabii. Derken tezgâhta duran geyik boynuzu saplı küçük çakıyı görünce kalbim hızlı hızlı çarpmaya başladı. Alışıldık, bildik çakılardan biri değil, farklı, yakışıklı bir şey kerata. Belli ki çeliği fevkalade, işçiliği kaliteli, üstelik hayli zarif. İlgilenmiyormuş da rastgele soruyormuş numarası yapıp parmağımla kokmuş bir balığa dokunuyormuş gibi yaparak çakıyı işaret ediyorum, -Kaç para bu şey? -Yetmiş lira... -Bir çakı yetmiş lira; çok pahalı değil mi? -Neşen bilir kardeşim, bizde beş liraya da çakı var. Hakikaten beş liralık çakı da var. Satıcı insan sarrafı olmuş. "Böyle malım olsun, kime olsa satarım" duruşlarında. E, o dakikadan sonra söylenecek pek bir şey kalmıyor lakin büyüklerimizin tembihidir ille de pazarlık edilecek fakat nerede o pazarlıkçı tabiat bende? -Elli olmaz mıydı? Olmazmış. Gözüm çakıda kala kala döndüm başka tezgâhla ilgilenmeye başladım; hattâ abarttım, neredeyse bütün tezgâhları dolaştım, zaman geçmesini bekliyorum ki satıcı beni unutsun; dönüp bir daha sorayım. Kendime söz verdim, yetmiş de olsa alacağım. Nice zaman sonra tezgâha tekrar sokuluyorum; o da ne? Lüzumsuz, münasebetsiz müşterinin biri benim göz koyduğum çakıyla ilgileniyor! Şöyle bir iki metre geride durup yan gözle hadiseyi izlemeye başladım; alıcı çakıyı eviriyor, çeviriyor; bir başkasına bakıyor, dönüp tekrar çakıyla ilgileniyor. Araya girip "Ben bu çakıya talibim" demek terbiyeye mugayir. N'aapsak? Neticede adam çakıyı aldı gitti; içime dert oldu. Ertesi hafta sırf o çakının bir benzerini bulabilmek ümidiyle yeniden Beyazıt pazarına koşuldum. Tam Sahaflar'dan çıkıp meydana girmek üzereydim ki sicim gibi bir yağmur inmez mi aniden? Tezgâhlar anında toplandı, ortalıkta kimse kalmadı. Kendime dedim ki, "Eh lâyıktır sana!" Yazının bundan sonrasını onsekiz yaşından küçükler okumasın lütfen; efendim kendimi bildim bileli çakı düşkünüyümdür. Çekmecemde, çantamda, takım dolabımda, şurada-burada mutlaka bir çakı bulundurmayı severim; bunun sebebini tahlil etmeye çalışıyorum, akla yatkın bir şey bulamıyorum. Belki bizim neslin "Kendi oyuncağını kendin yap bakalım" devirlerine denk gelen son kuşak olması dolayısıyladır, çünkü etrafımızda düzinelerce bostanın, bahçenin, ağacın, dalın kavağın bulunduğu bir mahalde çakı, çölde bir kasa dolusu soğuk gazoz bulan birinin cebindeki gazoz açacağı türünden gerekli bir nesne, vazgeçilmez bir âlettir. Hatırladığım ilk çakı, Sivas işi, kemik saplı, katlanır, kaba-saba bir şey. Nereden edindim hatırlamıyorum fakat yaz günlerinde daima cebimde taşır, sıkça elimi keserdim. Aynı alışkanlığı okulda da devam ettirince, şahsi karizmamı çekemeyen muhbir bir kız arkadaşımın ihanetine uğramam kaçınılmazdı. -Öğretmeniiim, Ahmet arkadaş cebinde bıçak taşıyor! Ve o esnada kum masasının önünde coğrafya dersi anlatıyorum. Evet bıçak cebimde. Öğretmenim, "Ver bakalım" dese yalan söyleyemem, öğretmenimi çok seviyorum ama galiba o beni daha çok seviyor, -Ahmet öyle şey yapmaz, değil mi Ahmet? Kıpkırmızıyım, yere bakıyorum; öğretmen bende bıçak olduğunu bal gibi anladı ama yüzüme vurmuyor. Canım öğretmenim benim! Yanaklarım tüylenmeye başlayınca, bir yakın akrabanın, bizim odunluğuna sakladığını gördüğüm sustalı çakıya merak düşürdüm. Sustalı çakı müthiş bir şey ama taşımak ağır suç. Arkadaşlar diyor ki, "Eğer polis bunu üstünde yakalarsa, ikinci ve üçüncü parmağının arasına koyuyor, çakının namlusu uzun gelirse artan kısmı iki parmağın arasında batırıp, gözünün yaşına bakmadan hapse atıyorlar, yaa..." Annem merakımı anladı, ertesi gün sustalı kayboldu. Hayli zaman çakı düşkünlüğümü hatırlamaz oldum. Orta yaşlarda merakım yeniden nüksetti. Hattâ yıllarca önce İstanbul'u nâdir ziyaretlerimden birinde dostum Beşir Ayvazoğlu'na bir Sivas çakısı hediye etmiştim de sonradan "Önüne gelene çakı hediye ediyorsun yahu" diye takılmıştı bana. Haklıydı ve aynen öyleydi. Şimdi yıllar sonra kendisinden intikamımı şöyle alıyorum. Beşir de tesbih meraklısıdır ve zannediyorum insanı imrendiren koleksiyonunda tesbihlerin pek azı (!) haricinde çoğunluğu dostlarının hediyesidir! Frenkler boşuna "İntikam soğuk yenilmesi gereken bir yemektir" dememişler! Keh keh keh... Beşir aslında doğru söylemişti ve ben bu huyum yüzünden şöyle dört başı bayındır bir çakı koleksiyonuna asla sahip olamadım. Satın aldığım bıçakların çoğunu, şöyle veya böyle bir dosta, arkadaşa hediye ettim. Şikâyetçi değilim ama bu satırları okuyan tanıdıklarım, "Ama biz senden çakı filan görmedik" diye ta'rize yeltenmemelidirler; hepsine yetecek kadar çakım yok çünkü stokta. Topu topu beş altı tane bir şey. Ne var ki onlarla doğru dürüst sanat işleri yapamamaktan muzdaribim. Dünyanın en güzel çakıları elinizin altında da olsa neticede o size, siz ona bakakaldıktan sonra pek mânâsı kalmıyor. İnsan hiç değilse hıyar soyabilmeli, söğüt dalından dilli düdük, kavak ağacından ok ve yay, sandık tahtasından Roma kılıcı yontabilmeli değil midir yani? Çakı deyip geçmeyelim efendiler; marangozluk mesleğinin cümle kapısı gibi bir şeydir o; eline çakı yakışmayan adamın zanaatkârlığından ne kadar şüphe etseniz yeridir. Benim elime çakının ne kadar yakıştığı, bazı parmaklarımda hâlâ kesik izi duran çakı yaralarından bellidir. Sanatkârlığım yüksek fakat zanaatkârlığım zayıftır; veya en azından kendimi böyle teselli etmeme müsaade etmelisiniz.

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER