Mahalle arasında, sokakta oyun oynadığımız çocukluk yıllarında en değerli oyun gereçlerinden biri boş konserve kutusuydu. Kutuyu yere koyar, sonra belirli bir mesafeden "Eneke" taşlarımızı kutuya isabet ettirmeye çalışırdık.
Enekeyi bilen çoktur ama yine de
tarif edeyim: Yumruk büyüklüğünde, mümkün olduğunca yuvarlak (söbe) ve sağlam bir taş parçası veya çakıldır eneke.
Oyun bitince konserve tenekesine bir
tekme savurup kendi hâline terkedilmezdi teneke kutu. Başka bir oyun için birimiz kutuyu sahiplenir saklardık; ertesi günkü oyuna da lazımdı çünkü ve o günlerde konserve
yiyecek tüketmek henüz mahalle arasında yaşayan orta halli, dar gelirli aileler için pek âdet değildi.
Ev hanımları da içindeki tükenen zeytinyağı tenekelerini çöpe atmaya kıyamazlardı, lâzım olurdu; daha doğrusu irili ufaklı bütün teneke kutular lâzım olacağı endişesiyle bir kenarda saklanır, sonra bir gün sokaktan,
-Tenekeci geldi tenekeci, feryadı duyulduğunda seyyar lehimciye verilir, kulp lehimlettirilir, abdesthane maşrapası, saplı veya huni cinsinden ev gereçleri haline dönüştürülürdü. Oturup büyülenmiş gibi seyrederdim. Hatırlayanlar bilir, bir seyyar lehimciyi seyretmek ne büyük zevktir. Beraberinde taşıdığı seyyar gazocağını ustalıkla tutuşturup bakırdan havyasını kızdırırken teneke makasıyla kutuları kâğıt gibi keser, kargaburnuyla eğer, çekiçler, sonra ucu tunç kesilmiş havyayı önce lehime ardından zaç yağına değdirip ateşle teneke üstüne dikiş
diker gibi birleştirirdi parçaları.
Efendim, eskiden "Atmayalım, lâzım olur" diye bir cümle vardı, hâlâ bi yerlerde yaşıyordur mutlaka fakat pek duymaz olduk; şimdi daha çok şu cümle duyuluyor,
-At gitsin, ne yapacaksın; sakladığına değmez; çarşılar yıkılıyor üç otuz kuruşa. Gerekirse yenisini alırız!
Ve öyle yapılıyor. Artık çöpe her şeyi atıyoruz neredeyse. Bazen sokakların köşebaşlarına "Bir ihtiyaç sahibi alsın isterse, sevabımıza" niyetiyle bırakılan pejmürde
koltuk takımlarını, mutfak dolaplarını,
demir gibi sağlam sehpaları, çekmeceleri hatta
halı-kilim türünden ev
eşyalarını gördükçe iyice tüylendiğimize (zenginleşmek) kanaat getiriyorum.
Yetmişli yıllarda Almancılar anlatırlardı da inanamayan bakışlarla dinlerdik, "Yok artık; bu kadarı da fazla" derdik de Almancı yakınlarımız, "Hattâ daha da fazlası, bir âlet eskiyince koyarlar kapının önüne;
radyo, televizyon, teyp,
elbise,
gömlek, saç kurutma makinesi,
fırın... aklına ne gelirse..."
İsyan edesimiz gelirdi, "Hiç at gibi (teşbihe dikkat buyrunuz; eskiden çalışır durumda, sağlam her âlet "At gibi" övgüsüyle onurlandırılırdı!) âlet sokağa atılır mı, yazık değil mi; keşke siz alsaydınız!" derdik.
E, at gibi elektrikli fırın sokakta bulunur da alınmaz mı; alınıyordu galiba; hatta bunlardan bir kısmı hediyelik diye memlekete de getiriliyor muydu, bilinmez! Eskiden "Almancı" takımından konu-komşu, eş-dost, her şey bir şeyler beklerdi. Ne yapsındı ki gariban Almancılarımız?
Şimdi biz de eşyalarımızı sokağa çöpe atmaya başladık artık; "Geri dönüşüm" diye bir kavram çıktı. Birileri eski eşyayı toplayıp sınıflandırdıktan sonra
hurda fiyatına elden çıkarıyorlar. Yollarda görünce takdir etmeden geçemiyorum doğrusu.
Atıyoruz atmasına ama benim gönlüm hâlâ "Atmayalım, gün gelir lâzım olur"culardan yana. İlk ev değiştirmemizde
taşıma külfeti yüzünden neredeyse ikiyüz kiloya yakın kâğıt mâmulü çöp atığı çıkınca bu fikrimi biraz değiştirecek gibi oldum ama ikinci evimizde de kısa zamanda gün gelince lâzım olacağına inandığım pek çok ıvır-zıvır birikiverdi. Sonraki yıllar her ev taşınmasında atmaya kıyamadığım şeylerin etrafımda azalmaya başladığını içim sızlayarak farkettim. Büyüklerimiz, "Eskisi olmayanın yenisi olmaz" derlerdi. Şimdi evler küçüldü; bahçe, mahzen, ardiyelik gibi müştemilât sırra kadem bastı; artık "Eskisi olmayanın yenisi olmaz" düsturu geçerli. O kadar çok eşya var ki evlerde, eskisini elden çıkarmadan yenisini koyacak yer bulunmaz oldu.
Bir ara kafama takıldı bu mesele; o gün itibariyle oturup evde, ucunda elektrik fişi olan cihazları saymıştım. Yirmiyi geçmişti galiba; şimdi kimbilir kaçlara tırmanmıştır o rakam?
Uzattık! Atmayıp, "Gün gelir lâzım olur" düşüncesiyle pılı-pırtı, kab-kacak, estek-köstek biriktirenleri bekleyen iki âkıbet, daha doğrusu üç âkıbet var:
1- Günün birinde eski eşyalardan bazılarının
antika değerine çıktığını görüp, "Ben dememiş miydim?" diye böbürlenmek.
2- "Yetti artık; ya ben, ya da senin mânâsız çer-çöpün; ikisinden birini seç!" zılgıtıyla karşılaşınca yelkenleri indirip, onca yıldır biriktirdiği eski-püskü şeyleri 12 adet
çamaşır mandalı mukabilinde seyyar eskiciye okutmak.
3- Çöp evde oturmak!
Tercih tamamen size ait; bu arada yeri gelmişken söyleyim; yazarınız ikinci sınıfa kaydolmuş bulunuyor!