Kalantor, fiyakalı kovboy meyhaneye giriyor; içerdeki herkesin dikkati bir anda adamın üstüne çevriliyor: "Acaba bir maraza mı çıkacak?"
Hayır, adamın
kavga filan etmeye niyeti yok. Barmene,
-Bana bir viski ver, diyor ve kendini seyreden kalabalığı işaret ederek,
-Ben içerken herkes içmeli, haydi şerefe, diye bardağını kaldırıyor.
Bar ahalisi bu beklenmedik ikramdan memnun, barın önünde kuyruğa geçip meçhul kovboyun şerefine kadeh kaldırıyor. Bizimki, kadehi tezgaha bıraktıktan sonra barmenin önüne birkaç bozuk para fırlatıyor ve kalabalığa dönüyor,
-Ben
hesap öderken herkes ödemeli,
pamuk eller cebe!
*
Kabul ediyorum, misâl biraz nâhoş kaçtı fakat durumu izah etmek için lâzımdı.
Efendim, geçenlerde bir kitap karıştırıyordum, adı "
Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında
Balkanlar ve
Osmanlı Devleti". Yazarı Sacit Kutlu.
"Karıştırıyordum" demek, ille de "okuyordum" mânâsına gelmez. Bizim
okuma yazma kültürümüzde kitap karıştırmak biraz da kitabın içindeki resim ve fotoğrafları kolaçan etmek demektir.
Sacit Kutlu deyince bir
kalem duruyoruz. Kendisiyle bir televizyon programında tanıştığım Sacit Bey'i gıyabında ben tarihçi akademisyen zannediyordum; değilmiş.
Plastik cerrahi alanında uzman doktor olarak yıllarca tabiblik görevini yerine getiren Sacit Bey, kendisinin mütevazı bir edâ ile "
Amatörlük" diye nitelediği bir yakınlıkla yakın tarih alanında çalışmalara başlamış; bu "amatör" merakın iki olgun meyvesi,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından neşredildi: İlki, az önce bahsettiğim eser, ikincisi ise "Didâr-ı
Hürriyet: Kartpostallarla İkinci Meşrutiyet". Emekli bir tarihçi olarak belirtmeliyim ki, Sacit Bey'in her iki eseri de Türkiye'de veya dünyanın herhangi bir yerindeki bilim jürilerinin rahatlıkla doçent veya
profesör pâyesine lâyık göreceği derecede önemli ve değerli çalışmalardır.
*
Sözü yine uzattım, "
Balkanlar..." kitabını karıştırırken, içindeki zengin illüstrasyon ve fotoğrafları gözden geçirmekteydim hani...
Derken o fotoğraf ilişti gözüme; o fotoğraf, yanda gördüğünüz fotoğraf.
Önce fotoğrafı uzun uzun seyretmeniz, tek tek her figürü, her hareketi mânâlandırmanız lâzım. Sonra birazcık "alt yazı bilgisi".
Fotoğrafı, o tarihlerde çok tanınan meşhur "L'illustration" mecmuasının muhabiri çekmiş.
Sene 1912 sonları, belki 1913 baharı...
"İleri ileri, haydi ileri/ Alalım düşmandan eski yerleri" heyecan ve beklentisiyle, "
Harp isteriz" mitinglerinde bağırmaktan kendimizden geçerek giriştiğimiz Balkan Harbi'nin ilk safhasında, Türk tarihinin en büyük mağlubiyetine uğramışız. Altıbuçuk milyon Osmanlı teba'sının 400 seneden beri
yurt bildiği yerler bir ay gibi kısa bir zaman içinde Balkanlı müttefik düşmanın eline geçmiş. Ordularımız ilk ciddi çatışmada birer
tahta kılıç gibi kırılıp dökülmüş. En az
Anadolu kadar Osmanlı toprağı ve yatağı olan Rumeli, ta Adriyatik'ten Ege, hatta
Karadeniz sahillerine kadar uzanan zenginliği ve beşeri dokusuyla elimizden çıkıvermiş.
Fotoğraf, o tarihte
Sırp Birliklerinin işgaline uğrayan Makedonya'da bir
Müslüman Osmanlı köyünde çekilmiş.
Köye Sırp Birlikleri giriyor; köyün çocukları ne olup bittiğinden habersiz; belki gelenlerin Sırp askeri olduğunu bile bilmiyor. Belki az önce oyun oynarken köyde bir hareketlilik olduğunu farkedip daha iyi seyredebilmek için yol kenarında boş bir at arabasının üstüne çıkıvermişler.
Daha önce asker görmüş olmalılar; doğrusu fırtınalı ve kara günlerde Balkanlar'da yaşayan çocuklar için asker görmek, sıradan bir seyirlik olmalı. Öyle olduğu için askerlerin kendi aralarında nasıl
selamlaştıklarını da öğrendikleri anlaşılıyor. Kim bilir belki babaları, abileri de askerdi...
Sırp askerine selam veriyor çocuklar; Bulgar askeri de olabilirdi pekâlâ,
Yunan veya Karadağlı da... Onlar işin oyun kısmındalar... Facianın boyutlarından haberleri yok.
O askerler bir daha çıkmayacaklar o köyden, o topraklardan. O fotoğrafın çekildiği tarihin üstünden çok geçmeyecek, yakın tarihin en büyük göç hareketlerinden biri başlayacak İstanbul üzerinden Anadolu'ya doğru. Sırp askerine selam veren çocuklar göç kafilelerinden birine katılabilmişler miydi? Meraka değer ama ne kadarının o karmaşa içinde ayaklar altında kalıp savrulduklarını kimseler bilemez.
O günün devlet adamlarından biri, Balkan mağlubiyetini öğrenince, "Ciğerimiz söküldü; Rumeli bizim ciğerimizdi; ciğersiz bir
vücut nasıl yaşar" diye ağlamıştı. Öyle oldu. Balkanlar gitti, aradan altı sene geçtikten sonra düşman zırhlıları tâ Haliç'e
Kasımpaşa önüne
demirlediler. İmparatorluk, o dünyadan habersiz mâsum Müslüman evladının Sırp askerine oyun olsun diye selama durduğu gün çökmüş, bitmişti zaten.
Bu fotoğraf bana çok dokundu.
Balkan Harbi'nde çekilmiş başkaca kara fotoğraflar da vardır: Muhacir kafilelerinin batak yollarda nasıl perişanlıkla öz yurtlarından kaçtıklarını resmeder.
Bu fotoğraf mağlubiyetin resmidir ve mağlubiyetleri öğrenmek, sadece
zafer şarkılarıyla büyümüş olanların zaman zaman kapıldıkları dengesizliği
tedavi etmenin en iyi yoludur.
Bu fotoğraf aynı zamanda ordusu birbirine düşmüş, kumandanları arasında sen-ben davası başlamış bir milletin ne hâllere düştüğünün de resmidir. Bizde "
Asker millet" edebiyatının başlaması, Balkan Harbi'yledir. En ağır Osmanlıcı abilerin, Millici, Turancı defterine yazılmaları da yediğimiz Balkan köteğinden sonraya tesadüf eder; bunlar ilginç şeylerdir.
*
Baştaki fıkrayı niçin zikrettiğimi anladınız; bu hafta gülücük yazısı yok; insanın fikrine demir gibi oturan, kör
bıçak gibi kesen, ağu gibi zehirleyen eski hâtıralara daldım gittim. Yazarınız efkârlı; kendisi efkârlı iken sizin de fikretmenizi istedi işte...
Haftaya yine gülücükler toparlarız inşallah!