Eminim ki mümkün olsa, takvimlerden 2 Temmuz'u çıkarmak, o güne dair şeyleri hiç konuşmamak ve tamamen unutmak isterlerdi; diğer taraftan böyle feci bir hadiseye -istemeden de olsa- ev sahipliği yapıyor görüntüsü vermek de kolay hazmedilir bir şey değildir.
Ne var ki 2 Temmuz hadiseleri, hakikati bilinmeden ve araştırılmadan bir nevi "sembol" hâline getirildi ve özellikle
Alevi kuruluşları başta olmak üzere 2 Temmuz'u ve
Madımak Oteli'ni bir nevi Kerbelâ timsâline dönüştürmek için ciddi gayretler sarfediliyor. Nitekim Haziran'ın 29'unda
Alevi Bektaşi Federasyonu genel başkanı Ali Balkız, yayınladığı basın bildirisinde "2 Temmuz'u unutturmamak" konusunun üzerinde durdu. Balkız'a göre "Örgütlü mücadele neticesinde Madımak Oteli'nin giriş katındaki
lokanta kapattırılmış" ve giriş katının müze yapılması gündeme gelmişti. Balkız, Madımak Lokantası'nın yerine
Kültür Bakanlığı ve
Sivas Vilayeti'nin gayretiyle bir DÖSİM mağazasının açılmasını kandırmaca olarak niteliyor, bunun yerine o mekânın "
katliamlara karşı duruşun bir anıtı olarak müze yapılması" gerektiğini savunuyor.
Ali Balkız'ın meseleye yaklaşımı, Alevi örgütlerinin genel kabulünü yansıtıyor; bu kabule göre 2 Temmuz'da olanlar bir
Sünni-Alevi geriliminin eseridir ve
otelde canından olanlar, dışardaki "Şeriatçı güçler" tarafından yakılarak katledilmişlerdir. Bu izah biçimi artık bir nevi ezber hâline geldi ve basın aracılığı ile nereyse bütün kamuoyu meseleyi böyle biliyor ve hatırlıyor.
Hemen belirtmeliyim, bu yaklaşım ve kabul doğru değil. 2 Temmuz'un öncesinde Sivas'ta bir Sünni-Alevi gerginliği yoktu, hatta 2 Temmuz gününde ve ertesinde bile Alevilerle Sünniler karşı karşıya gelmediler. Sivas'ta yaşayan Aleviler bu hükmü doğrulayacaklardır.
2 Temmuz hadiseleri ustalıklı ve müthiş boyutlarda bir kışkırtma eylemiydi; bu eylemin gerçekleşmesinde o günün
Kültür Bakanlığı ve Sivas Valiliği, farkında olmadan bir dekor teşkil etmişlerdir. Kültür Bakanlığı, hadiseden bir gün önce, kimsenin haberi olmaksızın ve önceden duyurulmaksızın Kültür Sitesi önüne bir gecede bir Pir
Sultan Abdal heykeli diktirmiş ve bu heykel, o gün sokaktaki kalabalığın
tahrik edilmesinde önemli rol oynamıştı. Vilayet ve Kültür Bakanlığı, o güne kadar Pir Sultan Abdal'ın köyü olarak bilinen Yıldızeli'nin Banaz Köyü'nde yapılan kutlamaları şehir merkezine aldırmakta da bir sakınca görmemişti. Nihai olarak şehrin o günkü valisi büyük bir acizlik göstererek emrindeki güvenlik güçlerini, gösterileri dağıtması için aktif olarak devreye sokmakta büyük
ihmal göstermişti.
Olaylar cuma namazından sonra öğle sularında başladı; sokakta gösteri yapan 200 kişilik grubun akşamın 20.30'una kadar tehlikeli bir topluluk olarak istediği yere gitmesine ve yer değiştirmesine göz yumuldu. İkindi sularında Madımak Oteli'nde mahsur kalan sanatçıların tahliyesi başarılamadı ve otel, en az 6 saat boyunca dağıtılmayan protestocu kalabalığın kamuflajına gizlenmiş kışkırtıcılar tarafından tutuşturuldu.
O gün neler hissettiğimi defalarca yazdım. Sivaslıların, evlerine
misafir gelmiş insanların can güvenliğini -hiç sorumlulukları olmamasına rağmen- koruyamamış olmasından büyük bir utanç ve vebal hissettiğimizi belirttim ve bunları söylerken hemşehrilerimin hissiyatına tercüman olduğum inancındaydım.
2 Temmuz büyük ve müthiş bir provokasyondu. Aradan geçen 16 yıl boyunca bu düşüncem zayıflamadı, aksine güçlendi; beni bu düşünceye sevkeden başlıca unsurları şöyle sıralayabilirim:
-Sivaslıların 2 Temmuz günü neler olacağından haberleri bile yoktu. 1 Temmuz sabahı Kültür Merkezi önündeki heykeli görünce şaşırdılar. Hemen herkes 2 Temmuz'da sadece Arif Sağ, Hasret Gültekin, Muhlis Akarsu gibi Alevi ozanlarının konser vereceğini biliyordu ve ben de bu konseri dinlemek için hazırlananlar arasındaydım.
-Sivaslılar, tabiatları gereği devletin güvenlik güçlerine rağmen gösteri yapmak ve bunu ısrarla sürdürmek, icabında güvenlik güçlerine karşı direniş göstermek gibi bir davranışa sahip değillerdir. 200 kişinin içinde "uydum kalabalığa" diyerek akşama kadar oradan buraya sürüklenen Sivaslıların da neler olup bittiğinden haberdar olduğunu sanmıyorum. Onların en büyük hatası, olaylar başladığı anda olacakları kestirip bir an evvel evlerine gitmemekti ve bu hatayı hepimiz çok ağır ödedik. Bugün Sivas kamuoyu, "oteli yakanlar" diye bilinen ve ağır cezaya çarptırılan hükümlülerin gerçek failler olmadığına inanıyor.
-Bu olayın, kışkırtıcılar tarafından Alevilere yönelik büyük bir tertip olduğuna inanıyorum. Törenlere katılan Alevi sanatçılar ve müzisyenler, kendilerinin Sivas'ta bir tuzağa çekildiğini, olaydan çok sonra farkettiler; bazıları nasıl kullanıldıklarını ve oyuna getirildiklerini
itiraf etti ama iş işten geçmişti.
-
Sanatçılar otelde mahsur kalmış durumda iken dönemin başbakan yardımcısı
Erdal İnönü ile defalarca
telefon teması kurdular ve kendilerine hiçbir şeyin olmayacağına dair teminat verildi. Buna rağmen o insanları otelden çıkarıp daha
emniyetli bir yere götürmek fevkalade basit bir işlem olmasına rağmen o gün sokakta görev yapan emniyet güçleri, âdeta büyülenmiş gibi olup biteni seyretmekle yetindiler. Sivas Valisi daha sonra o dakikalarda
intihar etmeyi düşündüğünü söyleyecekti; oysaki intihar etmesine gerek bulunmuyordu: Bir polis mangası ile o kalabalığın dağıtılması ve olayların yatıştırılması dünyanın en kolay işiydi.
Yapılmamıştır. Hadiseler seyredilmiştir; göstericiler arasına karışan kışkırtıcıların o gün akşama kadar istediklerini yapmasına göz yumulmuştur.
2 Temmuz'un ne kadar pis ve vahşiyane bir tertip olduğunu düşündüren en mühim hadise ise olaydan birkaç gün sonra Erzincan'ın
Başbağlar köyünde girişilen katliamdır. "2 Temmuz'un intikamı" görüntüsü verilen bu katliam,
Türkiye'de Alevi ve Sünni kitlelerin birbirini doğraması için girişilmiş çok beylik bir kışkırtma taktiği idi; neyse ki ne Sünniler, ne de Aleviler bu iğrenç tertibin bir parçası olmadılar. Türkiye birbirine girmedi, neyse ki Alevi ve Sünniler birbirlerine
silah çekmediler.
Benim bu hadise ile ilgili en büyük beklentim, aynen Susurluk'ta,
Ergenekon soruşturmasında olduğu gibi, gerçek tertipçilerin deşifre edilerek gerçek sorumlular aleyhine büyük bir
dava açılmasıdır. Bu olayların kendiliğinden gelişen, cehaletten ve bağnazlıktan kaynaklanan, ideolojik arkaplana sahip bir oldu-bitti olduğuna hiç inanmadım, hâlâ inanmıyorum.
Bu satırları kaleme alırken hemşehrilerimi, doğup büyüdüğüm şehri savunup temize çıkarmak, ideolojik veya politik bir menfaat hesabı kurmak gibi düşünceler içinde değilim; bu olaylara iki farklı zaman ve yerde gözüyle şahitlik etmiş biriyim. Bu büyük fitne tezgâhını yıllardan beri dile dolayarak Alevi ve Sünniler arasında cereyan etmiş
modern bir Kerbelâ vakası hâline getirmek isteyenleri acelecilikle suçluyorum. Alevi
toplumunun çektiği acıya ve uğradığı şoka hepimiz büyük saygı duyuyoruz ve esasen acı hepimizindir. Meseleyi "Madımak katliam müzesi olsun" noktasında bir inat kalesi hâline getirmekte anlam görmüyorum. Unutmaya çalıştığımız ve esasen unutmamız gereken bir kötü rüyayı her gün yeniden canlandırırcasına şehrin ortasına böyle bir müze kurulması fikrine katılmıyorum. Günün birinde kışkırtıcılar açığa çıkarıldığında, "burayı ille de müze yapalım" diye ısrar edenler mahcub olabilirler. Bu fitne Alevilere karşı yapılmadı, Türk milletinin dirlik ve düzenliğine karşı yapıldı; müze fikriyle konunun, Alevilere mahsus bir hınç abidesi şekline tahsis edilmesi doğru değildir. Yıllar boyunca toplum içinde hakir görülen, kimliklerini ve inançlarını gizlemek zorunda bırakılan Aleviliğin, devlet ve
siyaset katında büyük bir hüsnükabul gördüğü şu demlerde daha barışçı ve halim bir dil kullanmasının isabetine inanıyorum.