Dizinin Süleyman Demirel’e ayırdığım birinci bölümünde sırada
Ahmet Necdet Sezer’in “gaz ve
satış” öyküsünün olduğunu ilan edince, şaşkınlık beyan eden, “ona da mı?” diyen e-postalar aldım.
Evet, ona da; hem de Demirel’e yapılanın yanında çocuk oyuncağı sayılacak güya-haberler ve yorumlarla...
Ahmet Necdet Sezer’in öyküsünün “gaz” bölümünü örneklemeye sanırım gerek yok. Yalnız zamanın merkez medyasından değil, zamanın muhafazakâr medyasından da ciddi bir
destek alarak oturmuştu cumhurbaşkanlığı koltuğuna (
Mayıs, 2000). “Gaz” ortaktı ama, “satış” her biri üç-dört ay süren iki ayrı
kampanya halinde merkez medyadan geldi.
“Hukukçuluğun lüzumu yok!”
İlk kampanya, cumhurbaşkanlığı seçiminden hemen sonra başladı ve ağustos başına kadar sürdü. Sezer’in, medyanın gazabına uğramasının nedeni, “devletteki irticacı memurları ayıklamaya” yönelik “irtica
kararnamesi”ni iade edeceği yönündeki işaretlerdi. Hiç şaşırmayın; Sezer o zamanlar, talep 28 Şubatçı askerlerden gelse de, birilerine birilerinin kaderini tamamen sübjektif kriterlerle karartma yetkisi veren böyle bir kararnameyi hukuk anlayışına da vicdanına da sığdıramayacak biriydi. Gerçekten de hazırlanan
kanun hükmünde kararname, tanımladığı, “Yıkıcı veya bölücü
eylem ve faaliyetlerde bulunmak; Cumhuriyet’in niteliklerinden herhangi birisini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik eylem ve faaliyetlerde bulunmak; Cumhuriyet’in niteliklerine aykırı eylem ve faaliyetlerde bulunmak” gibi suçlarla devlet memurları arasında bir
cadı avı başlatmaya
aday bir kararnameydi. Kararnameyi iade etmemesi için
cumhurbaşkanına karşı başlatılan kampanya çok sert oldu. Talebin “komutanlardan” geldiği hatırlatıldı, kararnamenin onaylanmaması halinde “rejimin kendi kendini korumasının çok güç olacağı” tezi sık sık hatırlatıldı.
Ne var ki bunların hiçbiri etkili olmadı; Cumhurbaşkanı Sezer 6 ağustosta kararnameyi iade etti.
Gazeteler, bazı kelime değişiklikleriyle, Sezer’in vetosunun gayrı resmî gerekçesini şöyle açıkladılar: “Yemin ettim, hukuk devleti ilkesini çiğneyemem.”
Ne var ki, bu gerekçe, medyayı bırakın sakinleştirmeyi daha da sinirli bir hale getirdi. Sezer’in kararını açıklayacağı 6 ağustosta, kararnameyi imzalamaması durumunda Cumhurbaşkanı’nın “devleti kendi içindeki hainlerden
kurtarma operasyonunu engellemiş olacağını” öne süren
Hürriyet Başyazarı
Oktay Ekşi, vetonun ardından benzer değerlendirmelerini sürdürdü. “Yargıç Cumhurbaşkanı” başlıklı yazısında, Ekşi, “sağlam bir hukuk mantığının müstahkem mevkiine sığınan” Sezer’i “siyasetçi” olmaya, hukuk açısından değil rejim açısından düşünmeye çağırdı:
“Sayın Cumhurbaşkanı’nın önüne gelen konuları değerlendirirken ‘iyi bir
hukukçu ve
yargıç’ duyarlılığıyla hareket etmesi, kabul edelim ki hepimiz için güvencedir. Ancak bir yargıç Cumhurbaşkanı olunca, hâlâ yargıçlığına devam ederse, bu tür sıkıntılar kaçınılmaz olur.”
“Başkanın adamları”
Vetoyu sinirlerine hâkim olmaya çalışarak karşılayan
Sabah, bu halini ancak iki hafta sürdürebildi. 24 ağustosta Sezer’e öfkesini “Başkan’ın bütün adamları” haberiyle kustu. Bu tavır değişikliğinin nedeni, bir gün önce yapılan Milli
Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısını izleyen ve “komutanlar”ın kararnamenin çıkmasını istediği biçiminde yorumlanan sonuç bildirgesiydi. Gazete o gün “Komutanlar hükümetten yana” manşetiyle çıktı. İki “
gündem” sayfasının manşetleri de amaç doğrultusunda düzenlenmişti: “Komutanlar krize ivedi el koydu” ve “Ecevit sitem etti:
İrticacı memurların bilinmesine karşın bu düzenlemeye karşı çıkılmasını hayretle karşılıyorum.”
Yarım sayfalık bir başka (özel) haberde Cumhurbaşkanı Sezer’in yakın çalışma arkadaşları tanıtılıyordu. “Başkanın adamları” başlığı belli ki, “Başkanın bütün adamları” filmindeki ahlakî olarak çürümüş birtakım “adam”ları çağrıştırsın diye seçilmişti.
“Özel haber”in aslında Sezer’in “gayrı resmî danışmanı olduğu öne sürülen” (tırnak içini lütfen bir daha okuyun: “Danışmanı” değil, “gayrı resmî danışmanı” değil, öyle olduğu “öne sürülen”) Hasan Fehmi
Güneş’i ve onun “herze”lerini hatırlatmak için kotarıldığı apaçıktı... Dolgu malzemesi olarak vazife gören öteki birkaç “adam” iki vesikalık fotoğraf ve üçer beşer satırla geçilirken, “adı, bir zamanlar sahne dünyasının tanınmış isimlerinden Aynur Aydan’la aşk skandalına karışan” Hasan Fehmi Güneş uzun uzun anlatılıyordu (tabii Aynur Aydan’ın fotoğrafları da
ihmal edilmemişti.)
“Sezer’e New York’ta altı bin dolarlık
otel”
Hükümet, “komutanlar”ın isteği doğrultusunda “kararname”den “kanun”a dönüp onun hazırlıklarını yaparken, merkez medya da Sezer’i topa tutmaya devam ediyordu. Hürriyet, 1
Eylül 2000 tarihli sayısında “Sezer’e New York’ta 6 bin dolarlık otel” başlıklı bir birinci sayfa haberiyle çıkageldi. “ABD’nin en prestijli oteli The Pierre”in “
Grand Suite” sınıfı dairelerinden birinin iç görüntüsü, fotoğrafın kenarına ustalıkla iliştirilmiş Ahmet Necdet Sezer fotoğrafı, altında, yukarıda okuduğunuz başlık. Haberin spotundan, meseleyi ve mesajı anlıyoruz: “
Evren,
Özal ve Demirel’in kaldıkları diğer otellerden daha lüks ve pahalı otelde
Dışişleri Bakanı İsmail Cem de kalacak.” Ne var ki bunlar da yetmedi. Sezer, kanunu da veto etti ve ondan sonra konu bir daha gündeme gelmedi.
“Rejim düşmanı” Sezer
Kararname krizi boyunca Sezer gibi bir cumhurbaşkanına bile neredeyse “rejim düşmanı” muamelesi çeken merkez medya, bir yıl sonra, 2001’in bahar aylarında bir kez daha kılıcını çekecektir. Bu defa “rejimin çıkarları” değil, “bizim çıkarlarımız”dır mesele...
Başta Doğan grubu olmak üzere merkez medya
gazetelerinin Radyo
Televizyon Üst Kurulu (
RTÜK) Kanunu’nu TBMM’den geçirmek üzere ölümüne bir mücadele içine girdiği günler. Öyle ki,
oylama günü bunlardan birinin yayın yönetmeni, hükümet koalisyonunu oluşturan partilerden biri aleyhine yazılan beş köşe yazısına
sansür uygulamayı dahi göze alacaktır.
Fakat tasarının Meclis’ten geçse bile Cumhurbaşkanı’nın vetosuna takılma ihtimali vardır. Öyleyse, o da topa tutulmalı, veto durumunda nelerin yapılabileceği kendisine gösterilmelidir.
İlk atışlar
Mart 2001’de geldi... Hürriyet ve Sabah gazeteleri birdenbire Cumhurbaşkanı Sezer’in
Çankaya Köşkü’nün perdelerini değiştirdiği haberlerine sahne oldu. Hürriyet biraz daha usturuplu bir dil kullanırken, Sabah‘ın, köşkün bilmem ne odasındaki “divan”ın bir yıl önce değiştirilen 25 metrekarelik kadife örtüsünün de yenilendiği şeklinde ayrıntılı haberlere daldığı görüldü. (Haberlerin “kamu parası” konusunda “cimrilik” derecesinde dikkatli davrandığı bilinen bir cumhurbaşkanıyla ilgili olduğunu unutmayın.) “Çankaya’nın divanları, perdeleri” haberlerinden sonra sıra bu kez Cumhurbaşkanı’nın 250 milyar liraya aldığı “üç katlı villa” haberlerine geliyor... Haberlere manşetten yüklenen üç gazete: Hürriyet, Sabah ve
Milliyet...
Cumhurbaşkanı’nı “sıkıştırma” esas olarak iki noktada yürütülüyor: a) aynı bölgede benzer evlerin değeri bugün 500 milyar lira, bu durumda Sezer’e “kıyak” mı yapıldı? b) Cumhurbaşkanı bu parayı nasıl biriktirdi?
Sezer, 26 Mart 2002’de her iki soruya da son derece net cevaplar verdi. Özellikle 250 milyar lirayı nasıl biriktirdiği konusundaki açıklama hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak nitelikteydi. Hürriyet konuyu daha fazla sürdüremedi, kapattı. Zaten okurlarının zihninde kalan tortu ve bunun Sezer üzerinde yaratacağı
baskı ona yeter de artardı bile. Milliyet ise sinik bir tavırla “ikna olmadığını” yinelemeye devam etti. Fakat Sabah‘ın tutumuyla kıyaslandığında Hürriyet ve Milliyet‘in tutumları zemzemle yıkanmış gibi duruyordu. Bu gazetemiz Cumhurbaşkanı’nın izahını ikna edici bulmamıştı. Olabilir. Fakat bunu ifade ediş tarzı son derece kaba ve çirkindi. Sabah, Sezer’in verdiği hesabı sayfalarına taşıdıktan sonra kendi değerlendirmesini habere gömdüğü şu iki çerçeve unsurla anlatıyordu: “Ya piyasayı çok iyi biliyor ya da yatırım danışmanı çok iyi” ve “Ya iyi pazarlıkçı ya da emlakçisi profesyonel...” Fakat bunların hiçbiri kâr etmedi, Sezer RTÜK Kanunu’nu veto etti.
Medya, ilk bir yılında Sezer’i teslim alamamıştı. Fakat “hukukçu” Sezer,
Oktay Ekşi’nin tavsiyesine uyup devlet ideolojisine teslim olunca merkez medyaya da teslim olmuş sayıldı. Zaten ondan sonra da aralarından su sızmadı.