Gazetecilik heyecanı: Azı karar, çoğu zarar


Siyasi mücadelenin sertleştiği, toplumsal kutuplaşmanın keskinleştiği koşullar, gazeteciler için fırsatlar ve risklerle dolu bir çalışma alanı anlamına gelir. Çünkü gazetecilerin üzerine adeta yağmur gibi yağan enformasyonun (fırsatlar) bir kısmı gerçekte dezenformasyondur (riskler). Buna, dezenformasyon amacı taşımayan, fakat “hah, yakaladım!” ruh haliyle gazetecilere sorunlu bilgi ve belge ileten iyi niyetli haber kaynaklarının yol açtığı riskleri de ilave edersek, gazetecilerin böyle dönemlerde yüzdüğü suların ne kadar tehlikeli olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Böyle dönemlerde, gazetecilerin mesleki-insani coşkularının, heyecanlarının “gazeteci kuşkusu”na galebe çalması ve onları hataya sürükleme ihtimali çok daha fazladır. Aynı şey, benimsedikleri rol nedeniyle bazı bilgi ve belgelerin gazeteciler yerine kendilerine iletildiği siyasetçiler için de geçerlidir. Heyecanlarına esir olup gerekli kontrolleri yapmazlarsa, onları bekleyen akıbet de aynıdır. Bu yazıda, son günlerin en fazla tartışılan birkaç haberi çerçevesinde bu söylediklerimi örneklemeye çalışacağım. Kılıçdaroğlu ve Hürriyet... Kemal Kılıçdaroğlu, açıkladığı son “belge”yle “rakiplerini belge manyağı yapan adam” unvanına ağır bir darbe indirdi. (Kılıçdaroğlu aslında karizmayı fena halde çizdirmiş durumda: “Arınç’a suikast iddiası” haberlerini “mizah konusu” diye değerlendirmesiyle bugünkü manzarayı karşılaştırın... Ne çıkıyor?) Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği bir arama kararının fotokopisiydi bu. Kılıçdaroğlu’nun bir basın toplantısı düzenleyerek açıkladığı fotokopide, arama kararının kimler için verildiğinin yazılması gereken bölümler boş görünüyordu. Hâkim düzenlemiş, savcıya vermiş, “al, istediğin zaman istediğinin adını yazarak istediğin aramayı gerçekleştir” demişti sanki. Fakat ertesi gün, kararı veren mahkemenin başsavcısı Sinan Kuş Erzincan’da görevli bazı askerlerle ilgili olarak verilen arama kararında isim ve adreslerin açıkça yazıldığını; Merkez Komutanlığı’na faks ile gönderirken güvenlik gerekçesiyle bu bölümlerin kapatıldığını; savcılık görevlilerinin Erzincan’a ulaştıklarında belgenin, üzerinde isim ve adreslerin de bulunduğu orijinalini Merkez Komutanlığı’na sunduklarını açıkladı. Nazlı Ilıcak (Sabah, 25 aralık), “Bu durumda Kemal Kılıçdaroğlu, birileri tarafından fena halde kullanılmış olmuyor mu” diye sordu. Ben, Ilıcak gibi, tipik bir dezenformasyonla karşı karşıya olduğumuzu düşünmüyorum; beyazı-boşluğu bol arama kararını gören haddinden fazla heyecanlı bir yargı bürokratının acul bir davranışıyla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Fakat öyle de olabilirdi (çok küçük bir olasılık olarak bunu da tümden dışarıda bırakmıyorum). Pekâlâ Kılıçdaroğlu’nun “belgeci” unvanını yerle yeksân etmek isteyen birileri, işin aslını bilmelerine rağmen ona böyle bir tuzak kurmuş olabilirlerdi. Başsavcı’nın karşı açıklamaları, Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarını manşetten veren Hürriyet başta olmak üzere, haberi kullanan bütün gazetelerin yapmaları gerektiği halde yapmadıkları şeyi de göstermiş oldu: Suçlanan kuruma dönüp, “hakkınızda böyle bir iddia var, ne diyorsunuz” diye sormamak... Kılıçdaroğlu suçlamasını sabah saatlerinde yaptı, yani gazetecilerin önünde, haberi kontrol edebilecekleri geniş bir zaman dilimi vardı. Bir gazeteci, Erzurum 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne ya da başsavcılığa iddiaları iletseydi, Başsavcı’nın bir gün sonra açıklayacağı bilgilere ulaşabilir, böylece öbür gazetelere fark atan bambaşka bir haber yazabilirdi. Fakat ne yazık ki böyle refleksler mesleğimizde iyice azalmış durumda... “Muhtar İhsan” vakası... Heyecanın gazeteci kuşkusunu silip süpürmesine ilişkin fantastik bir örnek Yeni Şafak’tan geldi... Son günlerin en önemli gelişmesi olan “Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’a suikast iddiaları”yla ilgili olarak Yeni Şafak’ın 25 aralıkta manşetten verdiği “Muhtar İhsan karargâhta” haberinde söz ediyorum... Haberde adı geçen muhtar İhsan Gülbudak, Arınç’ın evinin önünde gözaltına alınan iki subaydan ele geçirilen krokideki caddenin de içinde yer aldığı Çukurambar mahallesinin muhtarıydı. O caddede bazı hükümet üyeleri oturduğu için, kroki çok önemliydi. İşte bu nedenle, muhtar gazetenin iddia ettiği gibi gerçekten de “apar topar” Genelkurmay karargâhına götürülmüşse, manşetlik bir haberle karşı karşıya olduğumuz muhakkaktı. Ben “gazetenin iddiası”ndan söz ediyorum ama haberin sunumu, “iddia” sözcüğünü saçma kılacak kadar kesindi: “Çukurambar muhtarı Mehmet İhsan Gündoğdu (doğrusu İhsan Gülbudak –AG), Yeni Şafak muhabirine açıklama yaparken apar topar alınarak askerî plakalı bir araçla Genelkurmay karargâhına götürüldü.” Haberin çıktığı gün, öğle saatlerine doğru Melih Altınok aradı beni. Gidip muhtar İhsan Gülbudak’la konuştuğunu, muhtarın haberi kesinlikle yalanladığını anlattı. Melih, muhtar bu kadar kesin konuşunca, onun yanında Yeni Şafak’ın Ankara bürosunu arayıp, manşeti sormuş. Bürodaki meslektaşlarımız “bir yanlışlık olduğunu, haberin doğru olmadığını, ertesi gün bir düzeltme yayımlayacaklarını” söylemişler. Gerçekten de ertesi gün Yeni Şafak’ın iç sayfalarında küçük bir düzeltme metni yayımlandı. Peki, algılanması dahi çok zor olan bu “yanlışlığı” nasıl analiz etmeli? Bana şöyle geliyor: Yeni Şafak’taki meslektaşlarımız bir kaynaktan böyle bir gelişmenin olduğunu öğrenmişler ve bu bilginin doğruluğuna iman etmişler. Muhtara, sırf fotoğrafını çekebilmek için gitmişler; bunu, muhtarın, mealen, “Benimle mahallenin sorunlarını görüştüler, konuyla ilgili hiçbir şey sormadılar” şeklindeki cevabından anlıyorum. Bir de muhtarlık binasının önünde Yeni Şafak’ın fotoğraf muhabirine verdiği “afili” pozdan... Ben Yeni Şafak’taki meslektaşlarımın yerinde olsam, kendilerine bu haberi ileten kaynakla ilgili olarak esaslı bir gözden geçirme faaliyetine girişirdim. Fakat esas sorunun, muhtara, “böyle bir iddia var, ne diyorsunuz” sorusunu sormayacak kadar “ya haberim düşerse” korkusunun esiri olmamda yattığını hiç unutmazdım. Hep tekrarlıyorum, bir defa daha söyleyeyim: Gazeteci de sonunda bir insandır ve ulaştığı kimi bilgilerle bir haberi nihayet kotarıp yazıişlerine iletme aşamasına geldiği an, haberini dayandırdığı bilgilerin sıhhatine ilişkin son bir kontrol yapma iradesinin en zayıf olduğu andır. Buradaki kaygı, “ya haberim düşerse” kaygısıdır. O kritik anda, bu kaygının yerini, “ya yayımlandıktan sonra haberimin doğru çıkmazsa” kaygısının alması hiç kuşkusuz çok büyük bir olgunluk gerektirir. Bunu yapabilen bir gazeteci, icabında bir manşete imza atma şansını kaçırır ama okurlar karşısında mahcup duruma da düşmez. Yarbay Tatar veda mektubu yazdı mı Ele alacağım son haber, ikinci tutuklama emri kendisine tebliğ edildikten hemen sonra intihar eden yarbay Ali Tatar’ın ölümünden önce ailesine yazdığı iddia edilen veda mektubuna ilişkin... Vatan gazetesinin (22 aralık) manşetten verdiği (“Ben o komutanı nasıl öldürürüm”) haber bazı başka gazeteler tarafından da kullanıldı. O gün Vatan’ın manşetinin hemen altında cenaze haberi vardı ve haber, “Ve o komutan cenazede” başlığını taşıyordu. (Biliyorsunuz, Yarbay Tatar, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eşref Uğur Yiğit’e suikast iddiaları nedeniyle tutuklanmıştı.) Gazetenin birinci sayfası, bu haliyle Yarbay Tatar ile ilgili iddiaların “saçmalığını” anlatmak ister gibiydi... Ertesi gün yarbayın ağabeyi Hürriyet’e şöyle konuştu: “Kardeşimin mektup bıraktığı iddia ediliyor. Bizim bilgimiz yok. Böyle bir mektup da görmedik.” Böyle bir mektup yazıldı mı, yazılmadı mı tam olarak bilmiyoruz. Vatan, ertesi gün, mektubun savcıda olduğunu iddia etti, fakat savcılık bu bilgiyi doğrulamadı (hazırlık soruşturmasının gizliliği nedeniyle bu mümkün de değildi zaten). Şimdilik sadece bir kuşkumu dile getireceğim: “Ben, babam öldüğünde beni arayıp teselli eden bir komutanı nasıl öldürürüm” sorusunu içeren bir mektup, kamuoyunu “yarbay onuruna yediremeyip intihar etti” yönünde şekillendirmek isteyenlerin hazırlayıp sunduğu bir dezenformasyon olabilir. Dediğim gibi sadece bir kuşku bu, neticeyi ben de çok merak ediyorum.
<< Önceki Haber Gazetecilik heyecanı: Azı karar, çoğu zarar Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER