Dağlıca’daki
baskın (22
Ekim 2007) ve
Hakkâri,
Çukurca’daki
mayın patlamasıyla (27
Mayıs 2009) ilgili olarak geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan iki gelişme, Türkiye’de orduya ilişkin haberleri sadece
Genelkurmay bültenlerinden izleyen bir
gazeteciliğin sefaletini bir kez daha ortaya koydu. Bu gelişmeler gösterdi ki, gazeteci için şüphe etmek yalnız bir hak değil, bir görevdir de...
Ben bu yazıyı her iki gelişmeyi birlikte ele alacak şekilde planlamıştım. Fakat
Ahmet Altan işin Dağlıca kısmını işleyince, ben de kendimi Çukurca’daki
mayın patlamasında hayatını kaybeden altı asker ve bu olayın medyadaki takibiyle sınırlamaya karar verdim. (Dağlıca olayıyla ilgili olarak geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan, Zaman ve Bugün gazetelerinde yayımlanan bir ses kaydı, olayla ilgili istihbaratın
Genelkurmay Başkanı dâhil herkesin önüne, saldırıdan 12 gün önce konduğunu ve başka birçok dudak uçuklatıcı gerçeği gösteriyordu.)
“Çukurca”, gazetecilik açısından daha vahim
Ahmet Altan haklı: Dağlıca’da gelinen noktayla o çerçevede yürütülen gazeteciliği kıyasladığımızda, gerçek bir medya sefaletinden başka bir şey göremiyoruz.
Zaman ve Bugün’de yayımlanan yeni ses kaydı, devletin “merkez”inin arzu ve talepleri doğrultusunda yayın yapan “merkez medya” normallerine uygun olarak sessizlikle karşılandı. Fakat bu sessiz kalış,
27 Mayıs 2009’daki mayın patlamasıyla ilgili olarak ertesi ay ortaya çıkan bir ses kaydı karşısındaki sessizlikle kıyaslandığında hayli masum kalıyor. Çünkü orada, Çukurca Tugay Komutanı
Zeki Es’le, onun üstü olan Hakkâri Tümen Komutanı
Gürbüz Kaya konuşuyor ve patlamanın, Genelkurmay’ın açıkladığı, basının da yazdığı gibi “
PKK mayını” nedeniyle değil “TSK mayını” nedeniyle gerçekleştiğini
itiraf ediyorlardı; bu, her şeyi değiştiren, bütün haberlerin yeniden yazılmasını gerektiren radikal bir gelişmeydi. Oysa Dağlıca’yla ilgili olarak geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan ses kaydındaki önemli noktalar zaten –
Taraf sayesinde- önceden deşifre olmuş ve haberleştirilmişti.
Artık Dağlıca’yı bir kenara koyup, Zeki Es’in geçtiğimiz günlerde tutuklanmasıyla birlikte yeni bir boyut kazanan “Mayına altı şehit” haberi üzerinde yoğunlaşmaya başlayabiliriz...
İki başlık arasındaki “da” farkı
27 Mayıs 2009’da meydana gelen mayın patlamasına dair gazeteciliği ele aldığım 4
Eylül 2009 tarihli yazımın başlığıyla bu yazının başlığı arasında sadece bir “da” farkı var; o günkü yazı, “‘Mayına altı şehit’ haberi burada kalamaz” başlığını taşıyordu.
Birazdan, 4 Eylül 2009’da ne yazdığımı ve şimdi bir “da” ilavesiyle konuya neden tekrar döndüğümü anlatacağım, fakat önce olan biteni kısaca hatırlayalım:
Artık biliyoruz: 27 Mayıs 2009’da Hakkâri, Çukurca’da meydana gelen mayın patlamasıyla ilgili olarak biz gazetelerde “
hain saldırı” haberleri okurken, Hakkâri ve Çukurca’da bambaşka şeyler konuşuluyormuş. Meğer Çukurca Tugay Komutanı
Tuğgeneral Zeki Es, mayınların Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait olduğunu ve
savunma amaçlı olarak kendileri tarafından döşendiğini, olan bitenden büyük bir üzüntü duyduğunu anlatıyor, Hakkâri Tümen Komutanı Gürbüz Kaya ise onu teskin etmeye çalışırken “olur böyle şeyler” diyormuş.
Önceki hafta Zeki Es tutuklandı. Olayda ölen altı erin aileleri, Gürbüz Kaya’nın da tutuklanması gerektiği yönünde taleplerde bulundu. Şu anda bu noktadayız.
Bu noktaya gelmiş bir olayda, basının başlangıcından itibaren hadiseye nasıl yaklaştığını, ortaya çıkan bilgi ve bulgulara nasıl “vebalı” muamelesi çektiğini görmek çok öğretici olacak.
Hemen söyleyeyim: Ben, “bu haber burada (da) kalamaz” derken, Zeki Es’in tutuklanmasını hatırlatıp sıranın Gürbüz Kaya’ya gelmesi gerektiğini imâ ediyor değilim. Elbette aileler taleplerinde haklıdır, fakat ben gazetecilik açısından bu olayda çok daha önemli bir açının var olduğuna inanıyorum.
İşin bu yanını yazının sonuna bırakacağım. Öncelikle, medyamızın “cız” haberlerle ilgili standart performansını pek güzel resmeden “medya ne yaptı” faslını tamamlamalıyım...
“Cız” haberlerdeki medya hassasiyeti
27 Mayıs 2009’daki mayın patlaması, Genelkurmay’ın resmî açıklaması doğrultusunda haberleştirildikten sonra unutuldu. Ta ki
Ağustos 2009’da Zeki Es’le Gürbüz Kaya arasındaki
telefon konuşmasının Taraf gazetesinde yayımlanmasına kadar... Bu yayının ardından çok sayıda
köşe yazarı olayı “duydu” ve yorumlar yazdı.
Aslında bu görüşme en geniş haliyle 25 Haziran 2009’da Zaman gazetesinde yayımlanmış, çok ama çok tuhaf bir biçimde başka hiçbir gazete ve televizyon bu habere hiçbir ilgi göstermediği için, Zaman okurları dışındaki bütün kamuoyu, olan biteni “hain PKK saldırısı” olarak bilmeye devam etmişti.
Kürşat Bumin, Yeni Şafak’taki 2 Eylül 2009 tarihli yazısında, bant kaydının Taraf’tan önce Zaman’da yayımlandığını, aynı günün akşamı (25 Haziran 2009), kendisinin Veyis Ateş’le birlikte hazırladıkları televizyon programında bu haberden söz ettiklerini, fakat kimseden hiçbir tepki gelmediğini hatırlatıp, haklı bir şaşkınlık duygusuyla soruyordu: “Böyle bir şey nasıl olabilir?”
Yukarıda sözünü ettiğim 4 Eylül 2009 tarihli yazımı Bumin’in sorusuna
cevap olsun diye yazmış, bu amaçla
Star gazetesi yazarı Şamil
Tayyar’ın bir “itiraf”ına başvurmuştum. Tayyar, “altı şehit” haberinde internete “düşen” kayıtları bütün gazetecilerin bildiğini, fakat kendisi dâhil hiç kimsenin o kayıtları haberleştirmediğini yazıyordu.
Tayyar’ın bir başka haberle ilgili olarak yazdıkları daha da “öğretici”ydi:
“Derken, önceki gün Taraf, Elazığ’da dört erin hayatını kaybettiği patlamaya Teğmen M.T’nin yol açtığını yazdı. Baktım, dün neredeyse tüm gazetelerde bu haber var. Eminim, daha önce bu gazetelere ulaşsaydı, haber olmazdı. Nasıl olsa, ihtiyaç duyulması halinde yangına atılacak Taraf var. İtiraf etmeliyim, Taraf’taki haber, geçen hafta elimizdeydi, yayınlamadık.”
Gördüğünüz gibi, “cız” haberler konusundaki hassasiyet sadece devletin “merkez”inin arzu ve talepleri doğrultusunda yayın yapan “merkez medya”ya ait bir hassasiyet değil; onların “
yandaş” dediği medyada da var aynı hassasiyet.
Asıl mesele: O emri kim verdi?
Sıra geldi “da” meselesine...
Evet, Zeki Es tutuklandı, böylece mesele kapandı mı? Bence hayır: Bu haber “burada da kalamaz...”
Fakat, yukarıda da dedim, bununla, gazetecilerin, onun üstü olan
Tümgeneral Gürbüz Kaya’nın (da) tutuklanması yönünde bir
kampanya başlatması gerektiğinden söz ediyor değilim. Aileler elbette bu yöndeki taleplerinde haklıdır ve gazeteciler elbette bu talepleri haberleştirecekler. Fakat ben, bu olayda gazetecilik açısından bundan daha önemli bir açının bulunduğuna inanıyorum ve hatta Gürbüz Kaya üzerinde fazlaca yoğunlaşmayı da, bu noktayı gözlerden ırak tutmaya
hizmet ettiği ölçüde sakıncalı buluyorum.
Sözünü ettiğim gazetecilik açısını 4 Eylül 2009 tarihli yazımın sonunda şöyle anlatmaya çalışmıştım:
“(...) Çukurca
tugay komutanı, bir üstü olan tümen komutanına kendilerinin döşediği mayınların bütün komutanlara anlatıldığını, her devir teslimde de bu bilginin görevi yeni devralanlara izah edildiğini anlatıyor. Bunu, o gün orada ölen erlerden Deniz Demirci’nin babası Halil Demirci’nin, ‘altı aylık asker olan oğlunun dokuz yıldır askerin ayak basmadığı bir bölgede öldüğünü öğrendiği’ bilgisiyle birleştirin... Bunlara bir de, ‘PKK mayını’na bağlanan olayın, bu yönüyle
Başbakan Erdoğan-
Ahmet Türk görüşmesinin yapılamaması sonucunu doğurduğunu ekleyin... Ben bunları üst üste koyduğumda, o gün o erleri oraya gönderme emrinin nasıl ve kimler tarafından verildiği hususunda esaslı bir gazeteciliğe ihtiyacımız olduğu sonucunu çıkartıyorum. (Hiçbir peşin hüküm taşımıyorum; ola ki ‘bilgi nakli’nde unutmadan kaynaklanan bir kopukluk olmuştur, fakat bu olayda, imâ ettiğim tarzda bir şüphe taşımak gazetecinin sadece hakkı değil görevidir de.)”
Ailelerin avukatları, hadisedeki “taksir” (dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık) unsurunun açık olduğunu, fakat soruşturmanın “kasıt” yönünden derinleştirilmesi gerektiğini vurguluyorlar.
Bence gazeteciler de öyle yapmalı. Bunun için de öncelikli görev, dokuz yıldır girilmeyen ve mayınlı olduğu sürekli uyarılarla zihinlere kazınmış olması gereken o alana çok sayıda askeri sokma emrini hangi yetkilinin verdiğinin ortaya çıkarılması olmalıdır.
O yetkili tesbit edilmeli ve mahkemede kendisine o emri neden ve nasıl verdiği mutlaka sorulmalıdır.