Ayşe Hür'ün Kur'an'la ilgili Taraf'ta çıkmış yazısını bir internet sitesinde gördüm. Bu
ülkede bir kısım medyanın en büyük ayıbı, ülke halkının, yani okuyucusunun dini konusunda kapkaranlık cehalet içinde olması ve bu cehaleti gi
derici hiçbir adım da atmamasıdır.
Kötü bir oryantalizm talebesi görünen Ayşe Hür, sahası olmayan, çalakalem yazılmış, çelişkiler ve yanlışlarla dolu yazısında, sanki tarihte herhangi bir zaman diliminde birden fazla Kur'an bulunmuş gibi ve İslâm'ın ilk asrından bu yana gelen el yazma Kur'an nüshalarını herhalde ayrı Kur'an zannederek, "Hangi Kur'an?" diye soruyor. Öyleyse şu teklifi yapmak elbette hakkımızdır: Siz ve dayandığınız kaynaklar, Peygamber Efendimiz'den (sas) bu yana okunmuş, çoğaltılmış, üzerinde on üç asırdır yüz binlerce çalışma yapılmış,
tefsir yazılmış, günümüze kadar gelmiş ve şu anda da yüz milyonlarca nüshası bulunan Kur'an'dan başka bir Kur'an, 14 asırlık İslâm tarihinin herhangi bir dönemine ait farklı bir Kur'an gösterin, o zaman biz Müslümanlar da "Hangi Kur'an?" sorusuna
cevap verelim. Her türlü oryantalist iddiaya rağmen 14 asırdır farklı tek bir Kur'an nüshasının bulunmaması, gösterilememesi, tarihin hiçbir döneminde olmaması bile, Kur'an'ın orijinalliği ve sıhhati konusunda kesin bir
delil ve "Hangi Kur'an?" sorusunun kasıtlı değilse, ne kadar bilgisizce ve düşünmeden sorulmuş bir soru olduğunu ispata yetmez mi?
Kur'an'ın orijinalliğine ve sıhhatine güya şüphe düşürme adına yazma talihsizliğinde bulunduğu yazısındaki nesh, kıraat, kıraat farklılıkları, Kur'an'ın 7
harf üzerine nâzil olması gibi Kur'an ilimleri sahasına giren, üzerinde çalışmalar yapılmış ve bu yazımızın konusu olmayan hususlarla, yine üzerinde çok fazla çalışma yapılmış olan Kur'an'ın mushaflar halinde çoğaltılması mevzuunu bir yana bırakıp, sadece yazısındaki yanlışlara ve çelişkilere işaret etmek, Ayşe Hür'ün ne ölçüde "bilimsel" davrandığını ve yazısının kıymet-i harbiyesini göstermeye yetecektir.
Ayşe Hür, Yunanlı Bel'am, Yaiş, Yemenli Cebr, Şessar, Addas,
İman,
Selman,
Yahudi Bahira, Verka, Abdullah ibn-i Selâm adlı vahiy kâtiplerinden bahsediyor. Bu dehşet hataya ve bilgisizliğe güler misiniz, ağlar mısınız? Bunların içinde sayıları 50'yi aşan ve hepsi ilgili kaynaklarda zikredilen vahiy kâtiplerinden tek biri bulunmadığı gibi, Suriye'de yaşamış ve Peygamberimiz'in
peygamberliğinden önce
vefat etmiş bulunan Hıristiyan
rahip Bahira oldu Yahudi; Peygamber Efendimiz'den asırlarca önce yaşamış ve ismi bir Kur'an âyetini tefsir sadedinde ancak tefsirlerde ve menfî olarak geçen Bel'am oldu Yunanlı ve vahiy kâtibi. Sonra Cebr, Şessar, Yaiş, İman. Doğrusu bu isimlerin kimler olduğunu ve hangi kaynaktan alındığını çok merak ediyorum.
İDDİANIN KENDİ ÇELİŞKİLERİ
Ayşe Hür, yazısını Islamic-awareness.org sitesine dayanarak yazmış. Vahiy kâtipleri diye verdiği isimler, acaba bu sitede mi geçiyor? Bu isimleri vahiy kâtibi olarak veren Ayşe Hür, yazısında
İngilizce transkripsiyondan okuması mümkün olmayan
Arapça isimleri ve Kur'an'ın toplanmasıyla ilgili bazı bilgileri, belli ki
Türkçe bir kitaptan aktarıyor.
Ayşe Hür, yazısındaki başka pek çok bilgi ile çelişme pahasına, "vahiylerin Peygamber'in ölümünden çok kısa zaman öncesine kadar gelmeye devam ettiği, dolayısıyla henüz görev tamamlanmadığı için kayda geçmemiş olabileceği" iddiasını seslendiriyor. Bu iddianın, Ayşe Hür'ün yazısında aktardığı diğer bazı bilgilerle çelişiyor olması bir yana, Ayşe Hür, öyle anlaşılıyor ki, ya ele aldığı konunun oryantalistçe yeni bir talebesi olduğu için henüz gerekli doğru bilgiden yoksun ve o konunun kavramlarını bilmiyor veya kayda geçme ile mushaf halinde toplama, vahyin kayda geçmesi veya geçmemesi ile bir mushaf halinde toplanıp toplanmaması arasındaki manâ farkından habersiz.
Ayşe Hür, "bilimsel" çelişkileriyle bir yanda "bu işler yapılırken, hafızlar grubundan bazı kişiler kendi mushaflarını oluşturuyorlardı" diyor, diğer yanda "Geriye kalanların (yani, Peygamberimiz'in hafızasından silinmeyen, muhafaza edilen ve deri,
kemik, taş vb. üzerine yazılan âyetlerin) tümü Peygamber'in evinde iple bağlı olarak bir arada duruyordu" diye yazıyor; buna yazarken, taşların iple tutturulamayacağı gibi bir başka iddia ile anlaşılan ne kadar şüphe uyarırsam kârdır gayesi güdüyor. Buradaki çelişkiyi nasıl çözeceğiz? Vahiy devam ederken bazı kişilerin de onu kendi adlarına yazıp kendi mushaflarını oluşturdukları tezini mi kabûl edeceğiz -gerçek olan budur; yoksa yazılan bütün vahiylerin sadece Peygamberimiz'in evinde iple bağlı olarak muhafaza edildiği iddiasını mı?
Çelişkilerinin bile farkında olmadan çalakalem yazan Ayşe Hür, bir tarafta "Peygamber döneminde Kur'an'ı tümüyle ezberlemiş olanların sayısı yedi idi demek mümkün" diye yazarken, diğer tarafta, Peygamberimiz'in vefatından bir yıl sonra (633'te) Yemame Savaşı'nda 70 kadar hafızın öldüğünü aktarıyor. 7 ile 70, acaba aynı miktarı mı ifade etmektedir? Yoksa bir sene içinde iddiaya göre henüz ortada mushaf halinde toplanmış bir Kur'an yokken 63 kişi daha hâfız mı oluvermiştir? Burada konuyla ilgili
küçük bir bilgi daha aktarıvereyim. O ana kadar Kur'an'dan inmiş olan bölümleri ezberlemiş, yani hafız 70 civarında kişi de Peygamberimiz zamanında Bi'r-i Maune faciasında şehid edilmişti. Yani, Peygamberimiz zamanında pek çok, hattâ yüzlerce kişi Kur'an'ı ezberliyor ve pek çok kişi de yazıya geçiyordu.
Ayşe Hür'ün bir iddiası da şu: "Bugün bazı Batılı ilim adamları, o tarihte Hicaz'da yazı dilinin Arapça değil Aramice ya da
İbranice olduğunu söylüyor." Yani, iddiaya göre konuşulan Arapça, Aramice veya Süryanice olarak yazılıyor. Bu,
Christoph Luxenberg ve Alphonse Mingana gibi oryantalistlere ait bir iddia. Ayşe Hür, iddia ettiği gibi Islamic-awareness.org adlı siteyi gerçekten iyi çalışmış olsaydı, bu iddianın ne kadar tutarsız ve temelsiz olup, hiçbir delile dayanmadığını anlardı. Luxenberg'in iddiasını kaleme aldığı kitabının kapağına Kur'an'dan koyduğu metin bile, Arapça. İkinci olarak, bu iddiayı ispat adına ortaya konmuş tek bir delil yok. Üçüncü olarak, M.Ö. birinci yüzyıldan itibaren bugüne kadar gelmiş pek çok Arapça metinler var elimizde.
BAŞKA KUR'AN YOK!
Ayşe Hür'ün bir iddiası daha var ki, yazısında ne kadar bilimsellik kaygısı taşıdığını ortaya koyuyor: Bugün İslâm ülkelerinde kullanılan "resmî (standardize edilmiş) Kur'an", 1920 yılında Kahire'de el-
Ezher Üniversitesi tarafından "kaleme alınmış". Demek ki, bütün Müslümanlar, zamanda
seyahat ederek, 14 asırdır 1920'de Kahire'de el-Ezher Üniversitesi tarafından kaleme alınmış resmî (standardize edilmiş) Kur'ân'ı okuyorlar veya ondan önce hep farklı farklı Kur'an'lar okudular; 12 asırdır Kur'an üzerine yapılan bütün çalışmalar, bütün tefsirler, ya birbirinden farklı Kur'an'lar üzerinde yapılmış ya da onlar da, 1920'de el-Ezher tarafından "kaleme alınmış" Kur'an üzerinde çalışmışlar! Ortada 12 asır öncesine giden yığınla tefsir, asırlar öncesine ait yığınla el yazma Kur'an var. İnsan, böyle bir iddiada bulunurken iddiasının ne manâya geldiği ve hangi sonuçları doğuracağı konusunda birazcık olsun düşünmez mi? İfadeyi de görüyor musunuz? El-Ezher'in "kaleme aldığı" bir Kur'an var; Peygamberimiz'e gelmiş, 1920'den önce asırlarca okunmuş, üzerinde yüz binlerce çalışma yapılmış, dünyanın her tarafına dağılmış ve hiçbir yerde farklı hiçbir nüshası bulunmayan bir Kur'an değil.
Ayşe Hür'ün, böylesine "bilimsel" bir yazısının sonunda, Kur'an'ın sıhhatini kabul etmenin ancak imanla mümkün olduğunu, bilimsel açıdan mümkün olmadığını iddiası etmesinin hangi bilimsel değeri olabilir? İman ile ilmîliğin, bilme ile inanmanın birbirine zıt görülüp gösterilmesi de, din ile (b)ilim münasebetini ilgilendiren ayrı ve bir başta
modern Batı hastalığıdır. Baştaki teklifimi tekrarlıyorum: Kur'an'ın orijinalliği ve sıhhati konusunda aykırı iddia taşıyan kim varsa, bir araya gelsinler veya ayrı ayrı çalışsınlar, bütün imkânlarını seferber ederek 14 asırdan bu yana tek bir farklı Kur'an nüshasının varlığını göstersinler.