Bu çalışma ile bir taşla iki kuş vurmayı hedeflemiş bulunuyor.
Şöyle ki:
Avrupa pozitivizmi 19. yüzyılda dinin idam fermanını imzalamıştı, 20. yüzyıl boyunca dinin ölümü beklendi; Nietzsche "tanrının öldüğü"nü söylemişti; ancak Avrupa'nın öldürmeye kalkıştığı tanrı, Gill Kepel'in deyimiyle 20. yüzyılın son çeyreğinde "intikam almak" üzere geri geldi. Bu, aydınlanmacı Avrupalıların zihninde tasarladıkları kutsal dışı bir evrenin temelsiz, hurafeye dayalı tanrı ve din tasavvurlarının sonucuydu.
İslam dünyasında birtakım aydınlanmacılar bu zehaba kapıldıysa da, kitleler ve kendi kökleri üzerinde yeni bir diriliş hamlesi yapma başarısını gösteren
Müslüman entelektüeller ve alimler bu safsatalara sadece gülüp geçti.
21. yüzyılda "din" de "kültür" de bambaşka kavramsal çerçevelerde ele alınıyor. 19. ve 20. yüzyıllarda "kültür" ulus devletlerin ulus
icat ve inşa etmek isterlerken, projelerinde kullandıkları en esaslı malzemeydi; bugün ulus devlet derin bir krizin içinden geçiyor, kültür ise fonksiyonel bir değişime uğramış olarak bir yandan dinle
rekabet ediyor, diğer yandan "stratejik bir değer" olarak uluslararası politikanın bir parçası olarak rol oynuyor. Amerikalıların, yeni yaptıkları
maliyet hesabına göre daha ucuza gelen ve etkisi daha yaygın ve derinlemesine işleyen "ince veya yumuşak güç" tamamıyla kültürün zemininde kullanılıyor.
20. yüzyılda yaşadığımız tecrübe bize öğretti ki, İslam
ülkeleri, Batı'yla rekabet edecek ve onun politik ve askerî hegemonyasını alt edebilecek kültürel güce hiçbir zaman sahip olamayacaklar.
Kültürün üstüne sindiği politik tasavvurlardan iktisadi
kalkınma projelerine, eğitim sistemlerinden toplumsal hayatın yeniden örgütlenmesine kadar her alanda yeni değerlendirmeler yapma zarureti var. Çünkü kültür, Batı'nın kendi Hıristiyan geçmişine ve Batı-dışı dünyaya karşı güç ve
zafer kazanırken icat ettiği kendi öz silahıdır. İslam dünyasının din merkezli, hikmet ve irfanı vardır ve eğer hem kendi politik,
ekonomik ve askerî bağımsızlığını kazanmak; hem yeni, insan yüzlü, daha özgür ve daha adaletli bir dünyanın mümkün olduğunu dünyanın geri kalan insanlarına anlatmak istiyorsa, kendi özüne, köklerine dönüp hikmet ve irfan temelinde yeni bir dil, yeni bir söylem ve yeni bir
platform geliştirebilmelidir.
"Dinler arası
diyalog" seküler-profan kültüre alternatif yeni bir dil arayışı yanında, stratejik bir değer olarak önem kazanıyor.
Papa 16. Benedikt, seçilir seçilmez diyalog çalışmalarını askıya aldıysa, bu yumuşak rekabet sahasında Katolikliğin ve genelde Avrupa'nın şansı olmadığını çok iyi gördüğü içindir.
Kral Abdullah, bir hamle ile iki amaca yönelmiş bulunuyor: İlkin, 11 Eylül'den sonra, ismi şiddet ve
terör eylemlerine karışan çok sayıda eylemcinin bir şekilde -haklı veya haksız- İslam ve Suudilerle ilişkilendirilmesinin doğurduğu derin rahatsızlığı gidermek istiyor. Bu yönde Batı'dan ima yoluyla da olsa
mesaj dahi almış olabilir.
Mekke toplantısında bir yandan İslam'ın şiddet ve teröre karşı bir din olduğu sıklıkla vurgulandı, diğer yandan çatışmaların eksik olmadığı dünyada en önemli sorunun "ötekiyle ilişki" olduğu ve İslam'ın diğer dinler ve kültürler içinde en sağlıklı yaklaşıma sahip bulunduğu vurgulandı.
İkincisi, yeniden şekillenmekte olan
bölgeye yeni güçler girmiş bulunuyor. Bunlar da
İran,
Türkiye ve Katar'dır. Her üç ülke farklı yöntemlere ve farklı hedeflere sahip olarak nazım rol oynamak istiyorlar. Suudiler, tam bu süreçte "bölgesel bir güç" olarak inisiyatifin tümünü ellerinden kaçırmak istemiyorlar. Suudiler, tam bu çerçevede yepyeni bir bölge okuması yapmış bulunuyorlar.
Fethullah Gülen Hocaefendi, bu dönüştürücü gücün 10 sene önce farkına varmış, büyük tepkileri göze alarak adım atmıştı. Yazık ki Türkiye'de iki yüz yıl öncesinin kavramlarıyla düşünmeye devam eden resmî ve yarı-resmî zümreler, olup bitenin farkında değiller; bir 19. yüzyıl uykusunda mışıl mışıl uyuyorlar.