1996'da Londra'da kendisini ziyaret ettiğim En Nahda hareketinin lideri Raşid el Gannuşi, Necmettin
Erbakan liderliğinde iş başı yapan Refah tecrübesini yakından takip ettiklerini söylemişti.
O zamanlar,
bölgede otoriter rejimlerin daha fazla devam edemeyeceğine kanaat getiren bazı
Türkiye uzmanları -mesela Graham Fuller, Esposito vb.-
Müslüman muhalif akımların
iktidar olmalarının önüne engel konulmaması gerektiği fikrini
Amerikan hükümetlerine telkin ediyorlardı. Bu doktrine "Başarısızlığın
İslamileştirilmesi" adı verilmişti. Türkiye'de kısa süren RP tecrübesi "Başarısızlığın İslamileştirilmesi" doktrinini başarısızlığa uğratınca, yeni doktrinler üzerinde çalışılmaya başlandı. Bugün
Tunus ve
Arap ülkelerinde vuku bulmakta olan olayları anlayabilmek ve gelecek hakkında iyi bir kestirimde bulunmak için hem söz konusu doktrin hem de yerine ikame edilen, fakat ilki gibi başarısızlıkla sonuçlanan "yaratıcı
kaos" veya "yaratıcı
yıkım" doktrinlerine yakından bakmak lazım.
1990'larda Refah tecrübesi "başarısızlığın İslamileştirilmesi"ni tersine çevirip "başarının İslamileştirilmesi" olgusunu ortaya çıkarınca, doktrinden vazgeçildi.
Askerî rejimler sosyal patlamalara yol açtı; bazen
Saddam Hüseyin örneğinde gözlendiği üzere
sistem dışına çıkıp
İsrail'i tehdit eder hale gelince, bunları değiştirmenin bir yolu olarak "yaratıcı/yıkıcı kaos" doktrini benimsendi. Buna göre, küreselleşen dünyada "entegre olmayan bir boşluk" söz konusu.
Küresel düzene -ekonomiye,
siyasete ve kültürel alışkanlıklara- entegre edilemeyen bölge İslam dünyasıdır, bu dünyada bütün yapıların altüst edilmesinden, taşların yerinden oynatılmasından başka rasyonel seçenek yoktur. Bu sayede eninde sonunda İslam dünyası küresel sisteme entegre olacaktır.
Türkiye'nin bu doktrin içinde bir reorganizasyona tabi tutulması düşünülemezdi, o günkü İsrail yönetimi, Amerika'daki güçlü
Yahudi lobisi ve düşünce kuruluşlarının ana çerçevesini çizdiği şekilde Türkiye için "postmodern
darbe" planlandı. 2001 yılında kendisiyle görüşme fırsatım olan Alan Makovsky -ki 28
Şubat darbesinin planlandığı
Washington Enstitüsü'nun etkili adamıydı- bana değil İslami partilerin,
halk desteğini alarak iktidar olmak durumunda olmaları hasebiyle laik partilerin dahi rol oynadığı Türkiye'de ancak "kısmi
demokrasi"nin kabul edilebileceğini söylemişti. Amerika'dan dönüşümde bunu bu köşede yazmıştım.
Yahudi asıllı bu zeki siyaset mühendisi, doğru bir tespitte bulunuyordu. Çünkü partilerin resmî siyasi kimlikleri ne olursa olsun, halk iradesinin görece de olsa etkili olduğu parlamenter rejimde, Meclis'e yansıyacak irade otokrat yönetimlerin, diktatörlerin ve monarşilerin halklarına
hesap verme lüzumunu hissetmeden aldıkları kararlardan farklı olacaktır. 1
Mart tezkeresi Makovsky'nin korkularının hiç de yersiz olmadığını göstermeye yetmişti.
Bugün Tunus ve diğer Arap ülkeleri, gözlerini Türkiye tecrübesine dikmiş bulunuyorlar. RP postmodern bir askerî müdahale ile iktidardan edildiyse de, 2002'de çok daha güçlü bir halk desteğiyle
AK Parti iktidar oldu, girdiği her genel ve yerel seçimi kazandı, önümüzdeki seçimde üçüncü defa iktidar olmaya hazırlanıyor. Bugün de mevcut İsrail yönetimi, Amerika'daki muhafazakârlar, Neoconlar ve Türkiye'de bunlarla seve seve çalışmaya
aday zümre ve çevreler, AK Parti'yi
tasfiye edecek formüller üzerinde çalışırlarken, Tunus ve Mısır'dan başlamak üzere bütün Arap ülkeleri Gannuşi'nin dediği gibi Türkiye tecrübesinden azami ölçülerde yararlanmak istiyorlar. Tam bu sırada
New York Times'ta (24 Ocak) Robert D.
Kaplan'ın uyarıları boşuna değil. Kaplan, Amerikan çıkarları ve bölgesel istikrar için "demokrasinin tehlikeli" olduğunu söylüyor: "Ülkesini tam
kontrol edebilen bir otokrat, seçilmiş ancak zayıf bir liderden çok daha kolay taviz verebilir. Sadece
Mahmud Abbas'ın Batı Şeria'daki hükümetine göz atmak yeter. Gazze'de Hamas'ı iktidara getiren demokrasidir.
Ortadoğu için istediklerimiz konusunda daha dikkatli olmalıyız."