Levent Köker, bize bunun özlü bir hikâyesini anlattı.
Türkiye gibi ülkelerde, aydınlar boğuşmakta olduğumuz sorunların neredeyse tamamının bizden kaynaklandığını, hatta biraz daha cesaret bulurlarsa, bu sorunları
İslam tarihinden tevarüs ettiğimizi söyleyecekler.
Bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Doğu Türkistan'da
Uygurlar ile Çinliler arasında baş gösteren etnik çatışmanın,
Asya,
Afrika ve Latin Amerika'da benzerlerine rastlayabiliriz. Sorun aydınlanma ile kurgulanmış bulunan
modern ulus devletin, bünyevi zaaflarından kaynaklanmaktadır. Batı'da
yabancı düşmanlığı, yükselmekte olan
ırkçılık ve sağ partilerin kaydettiği ilerleme, bu havzanın da benzer
krizi yaşadığını göstermektedir.
Batı, kendi iç zaafları ve dünyaya armağan ettiği kültürel ve politik formasyonlarıyla yüzleşmeye hazır değildir. Batı'yı tercüme ederek düşünen aydınlarımız da öyle.
Abant'ta bir ara
Ferhat Kentel, bana "Aslında bu sırada yapılacak en iyi şey
Medine Vesikası
tartışmalarını canlandırmaktır. Sen bir kere daha bu tartışmayı başlatsana!" dedi. Ben de geçmişteki gibi birilerinin bir
itiraz yapması gerekir ki, böyle bir işe girişeyim dedim.
Aradan çok geçmeden
Murat Belge "çok hukuklu"luğa değinen bir yazı yazdı (
Taraf, 5 Temmuz 2009). Murat Belge'nin, bir tıkanıklığı aşmak üzere bir tartışma başlatmak istediğini sanmıyorum. Nihayetinde çok hukukluluğu tamamıyla "bağlam dışı" kullanmış ve bunu anladığım kadarıyla bilerek öyle yapmış. Ancak hayret ettiğim husus, Belge'nin bu tartışmayı "bir tarihlerde bir yerlerden hatırladığı"nı ima eder tarzda konudan söz etmesidir. Oysa tartışmanın yürütüldüğü dergiye hiç de yabancı değildir. Ahmet İnsel'in katkılarıyla bu konuyu aylarca Birikim Dergisi'nde tartıştık ve yayınlanan yazıların önemli bir bölümü
İngilizce ve
İbranice dillerine çevrildi. Medine Vesikası ile ilgili yurtdışında yapılan tezlerin sayısını ben de artık bilemiyorum. Bir İngiliz akademisyen "Türkiye'de son 50 yılın en anlamlı, en verimli tartışma konusu Medine Vesikası oldu." demişti.
Murat Belge'nin, çok hukukluluğa indirgediği bu konuyu tamamen yanlış bağlamda kullandığını söyledim. Bir kere bu konu üzerinde yıllarca çalışmış biri olarak, hiçbir zaman kamu veya idare hukukunun çokluğundan söz etmedim.
Kamusal hayatın düzenlenmesinde birden fazla hukuku savunmak için insanın bayağı cahil olması lazım. Ben, herkesin kendi inançlarına ve felsefi kanaatlerine göre özerk olarak yaşayabileceği alanın sadece
sivil-medeni alan olduğunu, kamu hukukunun da aktörlerin katılımı ve müzakereleriyle oluşabileceğini savundum, hâlâ o noktadayım. Batılı demokrasiler siyasal çoğulculuğu kurdular, ama sosyo-kültürel çoğulculuğu sağlayamadılar, bu yüzden çokkültürlülükten kolayca vazgeçebiliyorlar. Siz istediğiniz kadar Batılı demokrasileri yüceltin, içine girdiğimiz kriz tam da bu noktada somutlaşmakta; kriz etnik çatışmaları, dinî ve etnik arındırmaları, hatta tedrici soykırımları tetiklemektedir.
Murat Belge'ye bakılırsa, konuyu kendisiyle konuştuğu Mesrop
Mutafyan da -ki o zaman henüz
Ermeni Patriği değildi- "İyi anlayamadım. Bizim Patrikhane'nin bodrumunda
hapishane açıp Ermeni suçluları orada mı tutacağım? Buna aklım ermez. Bu işleri devlet yapsın. Benim uğraşacağım yığınla iş var." demiş. Sayın Mutafyan sahiden böyle demişse, pek yanlış bilgilenmiş demektir. Çünkü ne bunu savunan var ne de bütün
Osmanlı tarihi boyunca kimse herhangi bir gayrimüslim cemaate (
Millet) böyle bir
yetki tanımış. Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmalarına imkân veren düzenlemeye karşı direnenleri "çok hukuklulukla" suçlamak da başka bir garabet. En azından parlak bir argüman değil, çünkü iki konu arasında ilgi yok. Buna fıkıh usulünde "illet benzerliği olmayan kıyas" derler ki, bu
batıldır.