Ülkede kimi zaman ışıltılar görüyoruz, örneğin Ahtamar'da tarihi bir kilisede yapılan bir
ayin ve Türk toplumunun bu ayini saygı ve ilgiyle izlemesi huzur veren bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor...
Kimi zaman ise içimizi karartan hadiseler yaşanıyor, örneğin önceki gün Tophane'de bir grup sanat galerisinin, resim ve fotoğraf sergisi açılışı sırasında 30 kişilik bir grubun taşlı sopalı saldırısına uğraması gibi...
İç karartan hadiselerin ağırlığı her zaman daha fazla olur...
Nitekim saldırı olayı dünden beri gündemin başköşesine yerleşti.
Bu son derece
doğal, zira bu çağda İstanbul'un ortasında bir sergi salonuna yönelik taşlı sopalı bir saldırıyı anlamanın, anlatmanın, sindirmenin imkânı yoktur...
Neden ne olursa olsun, ister provokasyon, ister mahalleli baskını durum değişmez...
Bunların hâlâ yaşanabiliyor olması ürkütücüdür.
Kaldı ki
Türkiye, bu tür olaylara pek çok kez
tanık olmuş, bunların sıkıntısını hâlâ içinde ve kimliğinde taşıyan bir ülkedir. Değil mi ki
Eylül ayındayız, 1955'te
İstiklal Caddesi'ni talan pazarı haline çeviren 6-7 Eylül olaylarının yaşandığı yıldönümünü henüz geride bıraktık.
Bunun ve bu tür hadiselerin her boyutuyla üzerine gidilmelidir...
Nitekim saldırıya maruz kalanlar dün bir
basın toplantısı düzenledi. Grup adına konuşan Nazım Dikbaş daha önce defalarca tehdit aldıklarını hatırlatıyor ve bu çerçevede şunları söylüyordu:
"Bu saldırılar mahallenin güvenliği açısından tehdit oluşturmaktadır. İstanbul'un merkezinde yaşanması hiçbir şekilde kabul edilemez. Bu örgütlü saldırı, tüm sanat kurumları için de ciddi bir uyarıdır. Eylemin nasıl örgütlendiğine ilişkin ciddi bir
soruşturma yapılarak sorumluların bulunması kentin güvenliği açısından zorunludur. Benzer olaylarda saldırganların cezasız kalması, bu tür şiddet eylemlerini gerçekleştiren gruplar için cesaretlendirici olmuştur."
Haklı...
O sergide olan yazar
Cengiz Aktar'la konuştum dün, şunları söylüyordu:
"
Şiddet tam bir kepazelikti. Saldırganlar oraya konuşmaya değil orayı basmaya gelmişlerdi. Peki neden? Mahalle o bölgenin elden gidiyor olmasından rahatsız, mahalleye yönelik muteber hale getirilme, soylulaştırma politikalarına bir tepki bu..."
Ve ekliyordu:
"Tabii bir de ikinci boyutu var bu işin, kullananları var. Mesela
Bedri Baykam 'Bu 2.
Madımak hadisesidir' gibi açıklamalar yapıyor. Uzaktan yakından ilgisi olabilir mi? Oradaki sergilerden birisi Ekstra Mücadele'nin (Memet Erdaner) sergisiydi. İkon kırıcı bir sergiydi bu. Başta
Atatürk ikonu olmak üzere ikonlaşmaya ilişkin muazzam bir yergi vardı orada...
Saldırının serginin içeriğiyle ilgisi olsaydı basanlar herhalde daha çok İşçi Partililer olurdu..."
Üç boyutun altını çiziyor Aktar:
Kabul edilemez bir şiddet gösterisi...
Kentsel dönüştürme politikalarına yönelik tepki...
Ve bunun kınanmasının ötesinde siyasi kullanıma açılması...
Bu tespitlere katılmamak elde değil.
Benzer olaylar yıllar önce 1980'lerde
Ortaköy'de de olmuştu. Ortaköy gençlerin toplandığı, eğlendiği bir mekân haline geldikçe mahalleliden tepki geliyordu. Yanlış hatırlamıyorsam ilk kitlesel
yılbaşı eğlenceleri de orada yapılmıştı ve öyle bir gecede mahalleli gençler saldırmışlar, gazeteci Ali Sirmen'in oğlunun burnunu kırmışlardı.
Bu tür olaylar en hafifinden muhafaza etme, muhafazakârlık duygusunun kaba ve şiddet dolu tezahürleri olsa da ciddi izler bırakırlar...
Bununla birlikte bu tür olayların siyasi kullanımı olaylardan daha vahim tablolara yol açabilir.
İki gündür pekçok yorumcu ve kişi bu olayları siyasi iktidara, muhafazakârlaşma eğilimine bağlıyor. Türkiye karanlığa gidiyor tezlerine malzeme haline getirilmeye çalışılıyor. Velhasıl yaşananlar araçsallaştırılıyor.
Bu doğru bir iş değildir.
Unutmayalım ki, kutuplaşma ve tepkiyi bizzat bu tür
eleştiri ve soru sormanın ötesine geçen bu tür yaklaşımlar üretir.