Batı kültürü, son büyük vaizini de kaybetti.
‘Büyük anlatı’ vaazları veren son kültür kuramcısı Claude Levi-Strauss, hayattan çekildi.
Gerçi daha yaşarken, cemaati dağılmaya yüz tutmuştu.
Babası olduğu ‘Yapısalcılık’ kuramı, önceki kültür dalgaları gibi yorgun düşmüş...
Derrida gibi vahşi bir zekâ, kurduğu ‘yapı’yı muzırca dağıtıvermişti.
Tıpkı bir vakitler onun da, Varoluşçu bireyin başına buyruk anarşizmine son vermesi, Sartre’ın bozduğunu yeniden düzene sokması gibi...
Vaazı, etkili oldu.
İnsanoğlu, hayat kitabının öznesi...
Ama bu kitapta aslolan cümleydi, öznenin kendi başına hükmü yok...
Cümle, farklı öğelerden bir terkip...
Her bir öğe gerekli, hepsinin cümlede bir yeri var, hiçbirinden vazgeçilemezdi.
Birinin diğerine üstünlüğü olamaz. Türk’ün Kürt’e, Arap’ın Acem’e, İngiliz’in Hint’e, Fransız’ın Cezayirli’ye...
Fail de, mef’ul de aynı kıymete sahip.
Hepsinden büyük olan; farklılıklar, ikilikler üzerine kurulu bu yapının bizzatihi kendisiydi.
Bina içindekilerden, cümle öğelerinden daha fazlası...
Öznenin, nesnelere tepeden
bakan arogan biricikliğine, tarih yapan liderliğine, varoluşçu bireyin özgürlüğe mahkumiyetine nihayet verdi, Levi-Strauss.
İnsan, konuştuğu dilin ve kültürün çocuğu...
O yüzden, yerini ve sınırlarını iyi bilmeliydi.
Levi-Strauss, Sartre’ın düzene başkaldıran anarşist öznesini, bütün cümlelerin dışına sürüp,
boyun eğdirdi.
Yapısökümcü Derrida da, Levi-Strauss’un itinayla kurduğu o cümlelerin hepsini, bir el hareketiyle tek tek yıkıp geçti.
Post-yapısalcı, post-
modern batı, imanını yitirdi büyük anlatılara.
Ezeli ve evrensel, her yerde ve herkes için geçerli hakikatler yoktur!
Yeni iman ayeti artık bu.
Madem evrensel bir gerçek yok, öyleyse muhkem naslar
arama çabası da manasız...
Büyük anlatılar çöktü, son amentü de yırtıldı, şimdi büyük savruluşlar çağındayız.
İman, sahneyi inkâra bıraktı.
Kimsenin çatısına sığınacağı sağlam cümleler kalmadı artık.
Bütün özneler, dünya trajedyasında bundan böyle tek başına...
***
Claude Levi-Strauss da aramızdan ayrıldı.
Gitmeden önce, 100 yıl kaldı burada.
Ne bıraktığını sormaya kalmadan, hızla geçti aklımdan her şey.
Bilgisayarın enter tuşuna basmışım gibi, bütün veriler döküldü önüme.
Birkaç satırdı hepsi.
Esasen söyledikleri, bizim buralarda zaten ezelden beri bilinen şeyler...
Zıt kutupların bir aradalığı, birbirine muhtaçlığı, birbirisiz yapamayacakları...
Kainat, çiftler üzerine kurulu bir bina...
Osmanlı münevveri için harcıâlem bir kaziye bu.
Ama çağdaş batı için, oldukça büyük bir entelektüel
keşif:
Her şey zıddıyla bilinir!...
Bilinmeyenler ise, var olmaz hiç.
Levi-Strauss’u eşsiz kaşifler katına yükselten budur işte!
Tek başına senin, benim bir önemimiz yok.
Ben, senle birlikte varım.
Cümleden beni sildiğinde, kaybolursun sen de.
Sen silindiğinde de, ben yok olurum.
O yüzden, ilk
ölümü değildi bu O’nun.
Çok daha önce düşünsel karşıtı Sartre gittiğinde ölmüştü, Levi-Strauss.
Derrida gittiğinde, bir daha öldü.
Bu, onun üçüncü kez ölüşü.
***
Ölümün olmadığı bir hayatta, düzen tutar mıydı dünya?
Hayat bizsek, ölüm ötekidir.
Bizi
tarif eden şey, ötekimiz...
Ne olduğumuz, ne olmadığımıza bağlı...
Kötüyse eğer karşımızdaki, iyi yapar bizi bu.
Ekşiyse,
tatlı yapar bizi... Geceyse, gündüz...
Hutti’yse Tutsi, Rus’sa
Çeçen, İsrail’se
Filistin, Hitler’se
Yahudi, McCarthy ise Elia
Kazan, Ku Klux Klan’sa Malcolm X oluruz biz.
Sizin ötekiniz kim?
Özdeşlik ya da karşıtlık bağı kurmak için neyi, kimi seçtiğinize iyi bakın, çünkü, sizi siz yapan odur.