O manzarayı tasavvur etmeye çalışıyorum da "Öff" diyorum, içim yanıyor.
Komutanınız tarafından elinize pimi çekilmiş bir el
bombası verildiğini düşünün.
Mandalını sıkacaksınız ve hayatınız, o mandalı sıkabilme direncinizle sınırlı olacak.
Mandalı atmayı düşünemeyeceksiniz.
Pim bulmak için
mevzi mevzi dolaşacaksınız. Hiç kimse,
komutanın korkusu ile size pim vermeyecek.
Komutana gideceksiniz defalarca, "Ne olur komutanım, pimi verin, dayanma gücüm kalmadı, bomba elimde patlayacak" diye yalvaracaksınız.
Genç, belki sizden henüz birkaç yaş büyük olan (Haziran ayında
Harp Okulu'ndan
mezun olmuş) komutan, sizi ve sizin üzerinizden nöbette uyuyan tüm askerleri bomba konusunda
terbiye etmek(!) için müthiş bir kararlılıkla direnecek.
-Git ve bekle diyecek, zamanı gelince pimi veririm!
Sizin
parmak kaslarınızın ne zaman tükeneceğini bilecek ve gelecek. Ya gelmeden parmaklarınız iflas ederse...
Öfff!
Deli
dana gibi dolaşacaksınız mevziler arasında, "Ah bir pim bulabilsem" diye çırpınacaksınız. Sizi dolaşırken gören komutan her seferinde ""Git ve bekle, zamanı gelince pimi vereceğim" diyecek.
Yüreğiniz her an
ölüme yaklaşıyor olmanın kahredici baskısı altına girecek.
Sonra, yine bir pim bulma çabası ile girdiğiniz komşu mevzide, yüreğinizin yangınından elinize ulaşmış terler, mandalı daha fazla sıkma imkânını yok edecek ve...
Bommm!
Dört şehit!
Şehit! Şehit! Şehit! Şehit!
Komutan zamanında gelemeyecek.
Askerin yüreğindeki yangının eline ter olarak döndüğünün ve mandalı sıkma gücünü yok ettiğinin farkına varamayacak ve dört şehit!
Şehit öyle mi?
Ya o komutan ne?
Genç komutan.
Emri altındaki
çavuştan ya bir yaş, büyük ya iki, üç.
Belki ikisinin de bıyıkları yeni terlemiştir, yüzlerinden o çocuksu izler henüz gitmemiştir.
Arkadaşlarının, "En büyük asker bizim asker" çığlıkları ile askere uğurlanan
gençlere bakıyorum,
evet liseyi bitirmişler, belki bir iki yıl beklemişler hepsi bu... Hepsi çocuklukla gençliği bir arada yaşıyorlar.
İşte onlardan biri Elazığ'ın Karakoçan'ının dağlarında nöbette uyuyor ve olanlar oluyor.
Nöbette uyumak çok kötü bir şey, doğru.
Nöbette uyumak, kendi hayatı ile birlikte arkadaşlarının, tüm birliğinin hayatını tehlikeye atmak demek, doğru.
-Öldün sen!
Demek, nöbette uyumak, doğru.
Bunu öğretmek lazım askere, doğru.
Ama böyle mi, canını alarak mı?
-Genç
teğmenin, askerinin canını almak istemediğinden eminim. Genç teğmenin şu anda, kahredici bir
kalp sancısı yaşadığından da eminim. Genç teğmenin, ömür boyu vicdan azabı yaşayacağından da eminim. Ama bu işler bir kere olur ve yakar geçer. İşte o bir kereyi önlemek önemli olan.
Bunun için de böyle hadiselerin
psikolojik alt yapısına zemin hazırlamamak...
Bence şu anda, teğmenin kişiliğini dokuyan tüm eğitim kadroları da dahil, "Teğmen bunu nasıl yaptı, hangi psikolojik dürtü ile" sorusunu sormalı.
Teğmen ya da çavuş, başçavuş... Ya da daha yukarıdakiler...
Bir üst rütbedekinin ruh hali...
Alttakinin ruh hali...
Teğmen nasıl yaptı bu işi, hangi ruh hali ile?
Ona "Komutanlığın ne demek olduğu" öğretildi mi acaba?
Ne yazık ki, bu işler istisna değil.
Dayak istisna değil,
küfür (en ağırından en dayanılmazından) istisna değil, aşağılama istisna değil.
İyi ki, yargıya intikal ettirme hassasiyeti gösterildi. Teğmen tutuklandı.
Ama bu hadise, TSK bünyesinde yaşanan benzer tüm hadiseleri ortadan kaldırmak için bir ikaz alarmı olmalı.
Biliyorum, bu tür hadiseleri önlemek için ciddi bazı adımlar var.
Ama sanki "teğmen"in "komutanlık" algısı, bizde tüm askeri kademelerde çok daha genel anlamda var olan bir belirleyicilik psikolojisinin ürünü gibi duruyor.
Sonunda
darbe bile yapabilen, cumhuriyeti koruma ve kollama gibi kutsal bir misyonla doldurulan birisi için, nöbette uyuyan askeri te'dib etmek sorun mu olur?
Tabii, bu işin bir de ordu bünyesinde meydana gelen her olayın gerçekten kamuoyuna yansıdığı gibi olup olmadığına dair kuşku boyutu var. Bu olay, "Kazara patlamış bir bomba ile ölüm" tarzında yansımaya devam ettikten sonra ortaya çıksaydı, kamuoyunda, "Her şehit şehit mi" sorusunun sorulmasını nasıl önleyecektiniz?
Bundan sonra, TSK komuta heyetinin önünde herhalde insanların evlatlarını, böyle teğmenlere değil, onları ana-babaları kadar sevecek ve ölüme gönderirken canından bir parça gittiğini hissedecek insanlara emanet ettiğine inandırmak gibi bir görev duruyor.
-Sayın
Genelkurmay Başkanı, gidin ve o hadisede çocuğu hayata
veda eden her ana babadan, TSK adına özür dileyin. Onlar bu özrü hak ediyorlar. O teğmenin komutanı olarak da size, bu özür görevi düşüyor.
-
Dicle kenarında bir kurt bir koyunu kapsa, adli
ilahi Ömer'den sorar onu denilmiş.
Bana göre bu, TSK komuta heyeti için de aynen böyledir.