"Miserable" "zavallı, sefil" anlamına geliyor. Bu,
İngiltere gezisi sırasında Cumhurbaşkanı Gül'ün
Avrupa için yaptığı tanımlama.
Gül bu tanımlamayı, AB'nin "yarım devlet" olarak Rum
yönetimini tam üye olarak kabul etmesiyle ilgili olarak yaptı. Ama "miserable" tanımlaması AB'nin sadece bu kararı için değildi. AB, uzunca bir süreden beri çok daha ciddi bir sancı yaşamaktaydı.
Avrupalılar Abdullah Gül'ün bu tanımlamasından da,
Türkiye'nin "
Rumlar dönem başkanı olursa ilişkiler donar" yaklaşımından da çok rahatsız oldular.
Son zirvede, bir kere daha Rumlar yanında ağırlık koyarak, Türkiye'ye tepki gösterdiler. Ama bu
öfke, AB'nin Rumlar lehine Türkiye'ye karşı yaptığı kol bükme çarpıklığını ortadan kaldırmıyor ve Türkiye'nin tepkisini haksız kılmıyor.
Avrupa'nın "miserable" diye tanımlanmasına yol açan ve şu anda
ekonomik-siyasal boyutuyla arzı endam eden olgu ise son zirveye rağmen ortadan kalkmış değil.
Son zirvede ne yapıldı?
Yunanistan ve
İtalya'da kapısı aralanan ulus üstü yönetim sistemi daha da derinleşti. Yunanistan ve İtalya'da
halkın seçtiği kadrolar gitti, AB'nin dayattığı kadrolar iş başı yaptı. AB'nin dayattığı programı uygulamak üzere...
Niye böyle oldu?
Çünkü Yunanistan ve İtalya tıkandı.
Tıkananlar sadece onlar olmadığı için de çok daha geniş bir
sıkıyönetim için bu zirve yapıldı.
Sıkıyönetim,
Almanya ve Fransa'nın dayatmasıyla geldi. Dayatmanın sembolü Merkozy bileşimi...
17
ülke belirlenen şartları onayladı. Buna göre
bütçe açığı yüzde 3'ü aşmayacak, aşması halinde otomatik
yaptırımlar devreye girecek, kamu borçları gayrı safi milli hasılanın yüzde 60'ını geçmeyecek, Avrupa İstikrar Mekanizması Avrupa
Merkez Bankası tarafından yönetilecek, yapılan düzenlemeler Anayasa'ya ve yasalara dahil edilecek,
Avrupa Adalet Divanı bu yasaların uygun şekilde uygulanıp uygulanmadığını denetleyecek vs...
Bunlar, "tek Avrupa" yönünde atılmış, dolayısıyla AB ruhuna uygun adımlar gibi gözüküyor. Yani
krizden birliğe doğru yürüyüş gibi...
Ama kriz içinde alınan bu kararların her ülkede sancılar oluşturması da kaçınılmaz gözüküyor.
İngiltere, euro dışında kalarak sürdürdüğü "milli
bağımsızlık" hassasiyetini, bu krizde de ortaya koydu ve kararlara
muhalif kaldı. Hatta David Cameron'un "
Euro'ya hayatta başarılar diliyorum" gibi iğneleyici bir sözüyle...
Zirvede alınan sıkıyönetim kararının, İtalya ve Yunanistan'da olduğu gibi, halk iradesine dayanmayan kadrolarla yürütülmesi söz konusu olacaksa, tüm Avrupa'nın ekonomik, siyasi ve sosyal çalkantılara maruz kalması kaçınılmaz olacak.
AB zirvesi, ekonomilere
disiplin getirmeye çalışıyor ama bu disiplin, mevcut duruma
isyan eden
toplum kesimlerini rahatlatan bir sonuç doğuracak mı sorusunun cevabı herhalde "
evet" değil.
Bu da belki yerel öfkelerin doğrudan AB'ye, onun patronu olarak Almanya ve Fransa'ya yönelmesine yol açacak. Kapitalizme küresel isyan!
Zaten İtalya ve Yunanistan'da seçimle gelenlerin değil, AB'den dayatılan teknokrat kadroların yönetime getirilmesi de, uygulanacak ekonomik politikanın toplumdan göreceği tepkiyi seçilmişlerin göğüsleyemeyeceği gerçeğine dayanıyor. Benzeri durumlar, diğer ülkelerde de devreye girerse, AB ekonomiyi kurtarırken demokrasiyi ne hale getirecek göreceğiz.
Avrupa bir an önce sağlığına kavuşmalı çünkü orada yaşanan hastalık, sefalet, bizi de aşağı çeker. Ama görülüyor ki yapısal sorunlar var. Onun için bu zirvelere paralel olarak "AB'nin geleceği ve dağılma riski" gündemden düşmüyor.
Türkiye ise AB ile ilişkiyi gündemden düşürmüş değil ama daha istikrarlı ekonomisi ile ve daha zengin dış ilişkileri ile AB'ye mahkûm olmadığını da ihsas ediyor.