Herhalde yaşlanmış olmanın sonuçlarındandır. Polemik yazısı okumak,
tartışma dinlemek istemiyor canım.
Müzakereyi severim, seviyeli ihtilafları da severim. Ama böylesini, yani mer'i olanı, ruhum istemiyor. Bir sıkıntı çöküyor içime... Ve biliyorum ki
Ramazan günleri bazı tefekkür muhasebelerine çok elverişlidir.
Bir
yabancı kaynakta "depresyon ve stres sigaradan da zararlı" diyor. Alışkanlık haline gelince, insan gördüğü zararı fark etmiyor; hissetmiyor herhalde. Terör'ün bir de mecazi'si var ki, aslını besler ve aslından izler taşır. Konuşma
terörü de olur. İnat terörü de olur. Üslup terörü de olur... İstismar,
iftira,
hakaret terörleri de olur...
"Ne ilgisi var?" diyeceksiniz.
İlgisi şu:
Onu bir metot olarak benimsiyorsanız; bu metodu ısrarla kullanıyorsanız; yıldırma, sindirme, engelleme amacı güdüyorsanız; hakaretin de, iftiranın da, üslup bozukluğunun da terörü olur.
Bizim, ortaokuldayken
Şaban Bey isminde bir hocamız vardı. Metodu tastamam terördü! Zalim köy ağası gibi bir öğretmen! Bir arkadaşımız, yaptığı bir haksızlığa
itiraz edecek oldu. Kaldırdı ayağını; "Tekme geliyo ha!" diye haykırdı. Terör değil de neydi bu? Tedhiş'in tam karşılığıydı yaptıkları; dehşet uyandırmak. Dehşet ve korku vermek, nicelerinin
tercih ettiği bir yoldur. Tezahür biçimleri değişir ama, aslı değişmez. Bazen bir bürokrattır, bazen köy ağası, bazen şu bazen bu. Hepsi korkuyu yüreklere işleterek hükmetmek ister. Hiçbiri de başarılı olamaz, kendilerini aldatıp tatmin etmekten başka bir sonuç elde edemez.
Sevginin başardığını korku asla başaramaz.
Duymaya tahammül edemiyorum, banta alınmış gibi tekrarlanan şeyleri. Bırak eleştiriyi; yalvarsan okumaz.
Böyle bir kopukluk daha önce bu derecesiyle yaşanmadı. Sağ-sol ayrılığında bile yaşanmadı.
CHP-DP mücadelesinde de yaşanmadı. Bu derecesiyle, bu derinliğiyle ve bu üslup nefretiyle yaşanmadı.
Endişelerimi, kaygılarımı yenemiyorum. Hafifletmeye, törpülemeye çalışıyorum, iyimserlik vesilelerini bilerek besliyorum; ama etkili olmuyor. Sayın
Başbakan "Milli birlik ve beraberlik" diyor. Buna kimsenin itirazı olabilir mi? Fakat kamuoyundaki tartışmalar, öyle bir havayı yansıtmıyor. Asabiyet var, gerginlik var, her yerde var... İnternette geziniyorum, anlatılmaz derecede keyfim kaçıyor. Basit ve apaçık doğrular bile çarpıtılıyor, demagojinin bini bir para. Ne lüzum var bunlara? Bunların neresi düşünce? Bunlar tamamen nefsanî tutkulardan, zaaflardan ibaret. Söz'ün bittiği yerdeki tekerlemeler. Hiçbir şey makes bulmaz orada. Bırakın sevgiyi, zerre kadar rasyonellik yok. Eskiler "akıl'la
boğaz boğaza" derlerdi; aynen öyle. Basiret duasından başka bir çare yok.
İnönü'nün DP'ye karşı muhalefeti bir çeşit terör değil miydi?
Korkutmak, yıldırmak, bezdirmek... Silahla yaparsan bildiğin terör; silahsız yaparsan silahsız terör, yani mecazi terör.
Mecazi terör bir kültür olarak yaygın olduğu için, 1960'tan sonra terör reelleşti çabucak... Bir birikim aniden dönüşüverdi. 28 Nisan'la başlayan eylemler bu sayede, bir başka biçimde devam ettirildi.
Nedendir bu?
Biz böyle değildik. Bu kadar değildik.
Artık bizim maçları TV'den bile seyredemiyorum. Hele GS-FB maçlarını! Gençliğimde en az 10-15 GS-FB maçına gitmişimdir. Hiç böyle bir duygu yoktu. Oyunculara hak vermiyor değilim. Seyretmek bile bir asap gücü istiyor, oynamak kim bilir ne kadar azap verici. Hele hele hakemlik yapmak! O nasıl tribün taraftarlığıdır, nasıl yöneticilik ve sözcülüktür, nasıl yorumculuktur? Hep dayatma, sindirme,
kavga, yıldırma,
tahrik unsurlarını kullanmak nasıl bir haldir?
... Peki sevgi ne olacak? Ona ihtiyacımız yok mu? Biz nefsanî tutkularımızla, içgüdülerimizle mi mutlu olacağız, insan olacağız? Tavır ve üslup nefsanî ise; aklın işi çok zorlaşmış ve bir irade yardımının hamlesine ihtiyacı kesinleşmiş demektir. Terör'ün gerçeğini bitirmenin en önemli şartı, onun kültürleşen mecazisinden tavır ve üslubumuzu sevgiyle arındırmaktır. Sevgiyle diyorum, çünkü sevgisiz düşünce olmaz.