İkindi sohbeti bitmek üzere. Kısa kısa da olsa tamamlayıcı bazı sorular soruluyor.
Bitmek üzere olan sohbette insanlara bir şeyler anlatma mevkiinde bulunan mürşidlerin def'i bela kabilinden değil de, bir sohbet için günler öncesine dayanan
hazırlık yapması ve bunun lüzumu üzerine bazı değerlendirmelerde bulundu. Beyin sancısından bahsetti, Kur'an ve
sünnet başta, beslenme kaynaklarının hallaç pamuğu gibi atılmasından dem vurdu. İmamı Azam, İmamı Gazzali, İmamı Rabbani ile başlayan birçok devasa şahsiyetin ismini vererek onları okumanın gerekliliğini anlattı ve mevzular aynı olsa bile usul ve üslup dedi, tasrif dedi, örnekler verdi. Mürşidin anlattığı şeyleri yaşamasından
bahis açtı, fıkıh,
tefsir, hadis, tasavvuf, kelam bütünlüğüne işaret etti.
Son tamamlayıcı soruyu halkanın en kıdemlisi "haddimizi aşmak olmayacaksa, bağışlayacak olursanız" diye bir giriş yaparak sordu. Soru, kendisinin vaazlara nasıl hazırlandığıydı. Basit bir soru. Ya da size, bize öyle gelebilir. Maddi hazırlık adına üç beş cümle ile anlatılabilecek bir şey. Manevi hazırlık açısından ise bilinmesini istediği ölçüde kapıyı aralayıp cevabı verilebilir diye düşünebileceğiniz, düşünebileceğimiz kadar basit ve sade bir soru. Ama ya bu sorunun çağrıştırdığı dünya? Onu hiç düşündünüz mü? Bendeniz de 5 yıl fahri, 7 yıl da resmi vaizlik yaptım. Vaizlik dendiği an Samanpazarı
Camii'nden Yeni Mahalle
Afet işlerine, Etimesgut'tan Yüksek Teknik
Öğretmen Okulu'na, Tavşanlı'dan Ahmetli'ye, Aliağa'dan Erenköy'e uzanan hatıralar âlemine dalıyorum ben. Pekâlâ, ya
Hocaefendi gibi gurbette kurbeti, kurbette gurbeti yaşayan hassas bir insan?..
Nice nice hatıraların gözünün önünde canlandığını uzaktan uzağa hissettim. Her an yağmur yüklü bulutlar gibi dolu dolu yaşayan o insanın bu atmosferde, bu soruda hatıralar dünyasına dalmaması düşünülemezdi zaten. Bir film şeridi gibi vaizlik hayatı geçti gözünün önünden eminim. İhtimal önce küçücük yaşında boyu yetişmediği için amcasının elleri ile kaldırıp oturttuğu köyündeki cami kürsüsü aklına geldi. Sonra
Edirne Üç Şerefeli Camii'ndeki pencere, mihrap, minber... Ardından
İzmir Kestanepazarı'ndaki "
tahta kulübe", tekerlekli teyp,
merhum Cahit Erdoğan,
Hacı Kemal, Naci Şençekicer, Mustafa Ok ve Yusuf Pekmezci, Köse Mahmut,
Koca Yusuf, Mehmet
Uslu, Aysal Bey. Belki de ilk göz ağrısı talebeleri; Abdullah'lar, İsmail'ler, İbrahim'ler, Mustafa'lar, Vehbi'ler. Peşi sıra Edremit, Hacı Arif Ağabey, Sarı Hoca,
Hakim Necmettin Bey. Sonra
Manisa; ardından
Bornova. Derken
Salihli,
Uşak,
Gediz,
Çorum,
Kayseri,
Üsküdar, Hisar,
Sultanahmet,
Kocatepe ve daha nice nice camiler, nice kürsüler, nice vaazlar, nice şehirler, nice insanlar.
VAİZ'İN VAAZ HAZIRLIĞI
Tir tir titreyen, dinleyen mürde gönüllere acı ve ıstırap veren sesiyle "Bazen 24 saat, bazen iki gün telefonlara çıkmazdım vaaz öncesi." dedi. "Taa ki zihnime bir şey gelmesin, menfi hadiseler beni anlatacağım şeylerde etkilemesin, yanlış yönlendirmesin... Camiye gidinceye kadar gözlerimi kapatırdım; gözüme bir şey ilişmesin... Camiye vardığımda mutlaka tahiyyetü'l
mescid kılardım... Kürsünün önüne geldiğimde ise 'eğer Allah'ım, Seni konuşmayacak, Seni anlatmayacak, Sana tercüman olamayacaksam, dilime gem vur' derdim." dedi ve daha diyemedi. Arkasını getiremeden hıçkırıklara boğulmuş bir vaziyette salonu terk etti.
Bir iktiran vardı o gün orada. İkindi sohbeti sorusu ile öğle sonrası gazetelere baktığı zamanda cereyan eden konuşmamız bir bütünlük arz ediyordu aslında. İsterseniz şimdi de sizi o ortama götüreyim. Sadece Hocaefendi ile birlikte üç kişiydik, ilhama açık gönüllerin ilhamla hemhal olup huzur solukladığı o küçücük salonda. Gazetelerin sadece birinci sayfalarına bakıyordu. Belki 10 dakika, belki 15 dakika eline aldığı gazetelerin dünyasına kendisini kaptırmıştı. Okuduğu her bir haber, gördüğü her bir fotoğrafın onu zihnen oradan buraya, buradan oraya götürdüğünü tahmin etmek zor değildi. Bir ara başını kaldırdı ve bize dönerek; "
Diyanet İşleri Başkanı vaazlarda gönül dilini kaybettik demiş." dedi. Yüzünde gülümseme, ses tonunda heyecan ve
müjde vardı.
Hocaefendi'nin ne heyecanına ne de sevincine şaşırmadım. Niçin mi şaşırmadım? Yıllarca cami kürsülerinde gönül diliyle vaaz etmiş bir insan vardı karşımda da onun için.
Diyanet İşleri Başkanımız, "Bütün muhatapları kuşatan, bütün insanları kuşatacak dili ve üslubu kaybettik." demişti. Aynı hakikati yıllardır seslendiren bir insan vardı karşımda; niçin şaşırayım ki? "Genç kuşaklara ulaşabilecek bir dil ve üslup arayışında olmak zorundayız." demiş başkanımız; bu sözleri takdirle, tebcille karşılayan insan, bana göre bu dili, bu üslubu yıllar önce kendince geliştiren ve tatbik eden bir insandı, neden şaşırayım ki? Kaldı ki ben bana göre dedim; halbuki bir
bardak suda
fırtına koparıp kendisine düşmanlık yapanlar bile tasdik ediyor bu gerçeği. Ve başkanımız "Vaazlarımızda İslam'ın en önemli konularını anlatma problemi yaşıyoruz." demiş; huzurunda oturduğumuz ve heyecanla bu haberi paylaşan insansa, hayatını bu problemi aşmaya adamış birisi; neden şaşırayım ki? "Tebrik etmek lazım Başkanımız
Mehmet Görmez Beyefendi'yi." dedi ardından. Bu satırlar umarım
tebrik olarak kabul edilir kendileri tarafından. "Ama şimdi asıl bu gönül dili nasıl oluşturulacak, onun üzerinde durmak lazım." diye bitirdi sözlerini.
Mehmet Görmez Hocamız "gönül dilini" nasıl
tarif ediyor bilmiyorum ama Hoca-efendi'nin yıllar önce kaleme aldığı "
Gönül dili, hal şivesi" makalesinde kendine özgü beyanları ile tarifini ve izahını yapıyor onun. Hocaefendi'nin tarifine göre "Hak kelamının izdüşümüdür gönül dili." Pekâlâ gönül nedir? Gönülse, "beyan anahtarı ile açılan ışıktan bir dünyadır." Kendi kalemi ile kaleme aldığı satırlardan okuyalım: "Beyan bir anahtarsa, o anahtarla açılan ışıktan dünyanın adı gönüldür. Her sözün kıymeti onun gönül ile irtibatı ölçüsündedir. Bence dil ve dudakla ifade edilen şeyler sadece gönül beyanının bir gölgesinden ibarettir. Ne var ki, Hak kelâmının bir izdüşümü sayılan gönül dilini de, ancak ona açık duranlar ve ondan yükselen nefesleri duyanlar anlarlar." Sonra beyan kuralları ve sanatlarından bahseder; beyanda bunlara riayeti nazara verir ve şöyle bitirir giriş paragrafını: "Ne var ki temelde beyanı beyan yapan, onun gönül diliyle irtibatı ve iç ihsasların sesi-soluğu olmasıdır... İmandan kaynaklanan bir heyecanla mızrap yemiş bamteli gibi inleyen gönüllerdir ki, dinleyenler üzerinde mütemâdî tesir icra eder ve bir aşk u alâkaya vesile olurlar."
Basın yayından çıkan haberlerden okuduğum kadarıyla Görmez Hocamızın kastettiği gönül dili bu olsa gerek ve umarım "vaaz ve vaizlik sempozyumu" unuttuğumuz bu değerin yeniden keşfine vesile olur. "Gönül dili, hal şivesi" makalesinin bu bağlamda bize anlattığı çok şey var.