Bir ara “amentü” gibi sardırmışlardı... “Solculuk üretimsizliğe, verimsizliğe ve adaletsizliğe karşı savaşmaktır.”
Rüzgâr hangi yönden esiyordu bilinmez, birtakım “izm”lerle de problemleri vardı. Ya da varmış gibi yapıp müşteri kazıklıyorlardı. Faşizme de, goşizme de, oligarşiye de karşıydılar...
Peki, Kemalizm?
Kemalizm bir “çağdaşlaşma projesiydi” ama gerekirse bazı devrimler gözden geçirilebilirdi. Mesela? Mesela
şapka devrimi... “Bu devrim köylüye ne kazandırmıştı ki?”
Böyle söylüyorlardı.
Hatta bir eski genel başkan (
Bülent Ecevit)
Ulus gazetesindeki başyazılarında, “kimi devrimlerin gereksiz ve biçimsel” olduğuna ilişkin yürek yakıcı tespitler yapıyordu.
Başka?
Halkın iktidarını amaçlıyorlardı.
Deniz
Baykal’ın nafile genel
başkanlık yılları “halkın iktidarı” özlemiyle geçmişti.
İktidara geldiklerinde, halkı devletçi
soygun sisteminden ve
egemen güçlerin ideolojisinden kurtaracaklardı... Üstelik “fikir ve
inanç özgürlüğünü” sağlayacak, “kimliklerin tanınması” yönünde bir
siyaset izleyeceklerdi... Çünkü farklılıkları “karşıtlık” gibi sunan ve kimlikleri külliyen reddeden “ulus devlet” anlayışı iflas etmiş, globalizmle birlikte toplumun önünde yeni ufuklar açılmıştı...
İnanmayacaksınız ama bunu
Deniz Baykal söylüyordu.
Sonra ne mi oldu?
Kendi tabirleriyle, “devletçi soygun sisteminden kurtulma fırsatı” önlerine gelince su koyuverdiler.
28 Şubat’ta da böyle yapmışlardı.
Her türlü militarizme karşıydılar. Parlamentonun üzerinde herhangi bir vasi tanımıyorlardı. Askerin yeri ise kışlaydı...
Sonra bir şey oldu...
İlginç bir şey...
Ricky Martin’li gösterilerle pazarladıkları “liberalizme göre sosyal
demokrasi” tezini rafa kaldırıp, devletçi saflara intisap ediverdiler. Askerin siyasete müdahalesini ise “
sivil tepki” diye pazarlamaya başladılar. “Ordunun görevlerinden biri de, sivil kamuoyunun oluşmasına katkı sağlamak”mış.
Peki, fikir ve inanç özgürlüğü?
Herkesin inancına saygılıydılar ama devletin de bazı kuralları vardı.
Peki farklılıklar?
Toplumda her türlü farklılık olabilirdi ama biz bir ulus devlettik, bunu zorlamamak gerekirdi.
Peki, kimliklerin tanınması?
Canım “bireyin özgürleştirilmesi”yle kimliklerin tanınması, hele din ve vicdan özgürlüğü arasında “direkt bir bağ” yoktu ki...
Bunlar “solcu” oluyor, iyi mi?.
Eskiden, “
Türkiye, 82 anayasasından kurtulmadıkça demokratikleşemez” diyorlardı,
AK Parti anayasa değişikliği teklifiyle gelince bir kez daha su koyuverdiler.
Müşteriye “yeniymiş gibi” yapan Kılıçdaroğlu yönetimi de, referanduma sunulan anayasa değişikliğiyle birlikte “eski iz” üzerinden gitmeye başladı.
Değişim yönünde ufak tefek işaretler vermişlerdi oysa...
Geleneksel “
CHP siyasetiyle” ödeşeceklerini, halka daha yakın duracaklarını, daha demokrat bir görüntü içinde olacaklarını söylüyorlardı
Değişim umudunu, yine Kılıçdaroğlu eliyle tükettiler.
Şimdi de buyuruyorlar ki, “Gerekirse dört yıl daha Meclis’e girmeyiz.”
Girmeyin.
Bildiğinizi okumaya devam edin.
Fakat, çözemediğim bir husus var:
Bu ne Mehmet Haberal’mış ki, uğruna sitemi kilitlemeyi, kendilerini rezil etmeyi dahi göze alabiliyorlar...
Nedir bu arkadaşın sırrı?