Yaralı bir toplumuz.
Hâlâ Birinci Dünya
Savaşı’nın acılarını taşıyoruz.
Bu ülkedeki tartışmaların çoğunda “Sevr Antlaşması’nın” telaşla dile getirilmesi, bu topumun önemli bir kısmının 1918’de çakılı kaldığını gösteriyor.
Aradan koca bir Dünya Savaşı daha geçti.
Ardından Soğuk Savaş’ı yaşayıp dünya onu da sona erdirdi.
İnsanoğlu uzaya gitti.
İnternet icat edildi.
Bilgisayarlar günlük hayatta çocukların bile oyuncağı oldu.
Ama
Türkiye,
Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinden bir türlü kurtulamadı.
Herkesin bize düşman olduğunu, bütün dünyanın bizi parçalamak istediğini sanıyoruz.
“Türkün Türkten başka dostu yoktur” diyecek kadar paranoyayı ileriye götürmüşüz.
Niye bütün dünya Türkiye’ye ve Türklere düşman olsun?
Sürekli kandırılmak korkusuyla yaşayan zavallı bir ihtiyar gibiyiz.
Büyük bir diplomatik atakla yüz yıldır düşman gözüyle baktığımız komşularımızla dostluk ilişkilerini geliştirdik.
Barış oldu.
Yeryüzünün her yanında “barış” sevinçle karşılanır, burada tedirginlikle karşılanıyor.
Niye barıştan bu kadar korkuyoruz?
Ve neden savaşı bu kadar istiyoruz?
Sanırım, biz Birinci Dünya Savaşı bir daha yapılsın ve biz galip gelelim istiyoruz, hep bir savaştan galibiyetle çıkma hülyamız var, o “büyük galibiyet” olmadan yapılan her dostluk anlaşması da bize bir “yenilgi” gibi görünüyor.
Ermenistan’la, Rusya’yla,
Suriye’yle, Irak’la, İran’la anlaşmalar yapmak, Yunanistan’la uygar bir tonda ilişki kurmak bizi huzursuz ediyor.
Hepsiyle savaşalım, hepsini yenelim sonra barışalım.
İçimizdeki gizli arzu bu mu?
Eğer buysa, buna “arzu” değil, “hastalık” denir.
Bu hastalığın nedenleri var tabii.
Hastalık, bu ülkenin insanlarına bile isteye “enjekte” edildi, eğitimle enjekte edildi, medyayla enjekte edildi.
Bu “hastalığın” ardında saklanan bazı gerçekler var.
“
Askerî yenilgilerimizin” nedenlerini konuşmak hepimize
yasak edildi, ne
Balkan Savaşı’ndaki korkunç bozgun, ne Birinci Dünya Savaşı’na katılmamızdaki anlamsızlık, ne
Sarıkamış hatta ne
Kıbrıs konuşulabildi.
Galibiyetle çıktığımız
Kurtuluş Savaşı’nı ise “yedi düvele karşı verilmiş” bir savaş, Birinci Dünya Savaşı’nın “rövanşı” gibi anlatma isteği de o günkü koşulları ve olayları net bir şekilde öğrenmemizi engelledi.
Askerî yenilgileri saklayabilmek için halkı
hedef alan korkunç bir
propaganda yapıldı.
“Biz asker doğan” bir millettik, kahramandık, yetenekliydik, akıllıydık, cesurduk ama savaşlarda yeniliyorduk, çünkü bütün dünya bize düşmandı ve bütün dünya çok kalleşti.
Kendini dünyadan böylesine bir keskinlikle kopardığında koyu bir “milliyetçiliğin”, öfkenin ve korkunun içine düşüyordun.
Bu,
yalnızlık ve hastalık demekti.
Bugün Suriye ile barış yapmaktan bile korkar bir hale geldiysek, bu, ağır bir hastalığın sonucudur.
Herkesi yenmek ve güçlü olmak için duyduğumuz o büyük istekle, aslında çok “güçsüz” olduğumuza dair içimizde beslediğimiz o korkunç kuşku bizi mantığın disiplininin dışına savurdu.
Güçsüzlüğümüzü ve yetersizliğimizi görmemek için “gerçeklerden” koptuk ama bu kopuş şimdi “gücümüzü” görmeyi de engelliyor.
Türkiye, bu bölgenin ve dünyanın en önemli, en güçlü ülkelerinden biri haline geliyor, güçlendiği için barış yapıyor ve barış yaptıkça güçleniyor, gücünü tam anlamıyla pekiştirebilmesi için iç barışı da sağlaması,
Kürt savaşını bitirmesi gerekiyor.
Ama aynı “hastalık” Kürt sorununda da ortaya çıkıyor, Türklerin bir kısmı “Kürtleri iyice yendiklerine emin olmadan” barış gelsin istemiyorlar.
Bu ülkenin güçlü olabilmesi için “yenme, yenilme” takıntısından kurtulup barış yapması gerekiyor, savaşın her türlüsü bu ülkeyi güçsüzleştiriyor.
Artık Birinci Dünya Savaşı’nı, yenilgileri unutmanın zamanı gelmedi mi?
Dünya çok değişti, eski düşmanlar çoktan dost oldu, yeryüzündeki altı milyar insanın tek meselesi Türkiye’yi parçalamak değil.
Kaybettiğimiz bütün savaşları, şimdi yapacağımız barışla kazanabiliriz.
“Galibiyet” istiyorsanız bunu barışla elde edebilirsiniz.
Doksan yıl önceki yenilginin “rövanşını” alabilmeniz için hayat size “barışı” sunuyor şimdi.
İster kabul edin ve galip olun, ister reddedin ve yenik olmayı sürdürün.