Çok uzun yıllar önce Mehmet Güreli gazetecilikten kazandığı birkaç kuruşla
Nisan diye harika bir edebiyat dergisi çıkarırdı.
Bir sayısını da Michel Zevaco’nun ünlü şövalye romanı Pardayanlar’a ayırmıştı.
Pardayanlar, on ciltlik bir seriydi.
O zaman ben de o dergiye yazdığım yazıda, “insanlar ikiye ayrılır,” demiştim, “Pardayanlar’ı okuyanlar ve okumayanlar”.
Aradan yıllar geçti ama hâlâ buna inanıyorum.
Çocukluğunda Şövalye Pardayan’ın maceralarını okuyanların “değerleri ve ölçüleri” genellikle diğer insanlardan biraz daha farklıdır.
Onlar, “zor durumda kalan düşmanlarına”
yardım ederler, düşene vurmazlar, başkalarının acılarına sevinmezler, güçlülerle dövüşmekten kaçınmazlar, başlarına gelecek belaya razı olup güçsüzü savunurlar, kendi çıkarlarını önde tutmazlar, kalleşlik yapmazlar, düelloyu kazanmak için hileye sapmazlar, bir kadının onurunu korumak için gerektiğinde hayatlarını ortaya koyarlar, dostlarını satmazlar ve onlar için “isimleri” hayatlarından kıymetlidir, isimleri kirleneceğine ölmeyi
tercih ederler.
Kendi “değerlerine” aykırı her davranış da onların “ismini” kirletir.
Şövalyeliğin bu “değerleri” aslında her kültürde karşılığını bulur, “kabadayılıkta” da, “delikanlılıkta” da, “beyefendilikte” de, “hanımefendilikte” de bu ölçüler aynen geçerlidir.
Gerçek bir şövalyeye, gerçek bir kabadayıya, gerçek bir delikanlıya, gerçek bir beyefendiye, gerçek bir hanımefendiye her zaman güvenebilirsiniz.
Bizde de bu değerler önemliydi.
Kürtlerin feodal ahlakında da, dindarların mütevazı tevekkülünde de, Alevilerin “insanı kutsayan” değerlerinde de, kabadayıların “raconunda” da, beyefendilerin dirençli “çelebiliğinde” de, solcuların “başkaları için mücadele eden” devrimciliğinde de bu “şövalyeliğe” rastlardınız.
Şimdi bu “değerler” eskiyor, “düşmanına” zarar verebilmek ve kazanmak için her yolu mubah gören, kendi değerlerine aldırmayan, vicdanı yıpranmış, ismini “kirletmekten” korkmayan bir insan türü yaygınlaşıyor.
Bazen bende “tiksinti” duygusu yaratan, kaçıp gitme arzusu uyandıran mektuplar alıyorum.
Dağda vurulmuş gencecik bir gerillaya “oh olmuş teröriste” diyen Türklere, bir baskında ölen bir askere “biz çok çektik, elbette onlar da ölecek” diye
bakan Kürtlere, siyasi rakipleri ahlaksızca bir komploya uğradığında buna sevinebilen “dindarlara”, “skandallar” üstünden
politika yapmaya kalkan beyefendilere,
Sünni genç kızlara yapılan baskılara “onları ezmek lazım” diye
destek olan Alevilere rastlıyorum.
Böyle davranan herkes, kendine, kültürüne, inancına, dinine
ihanet ediyor bence.
“Böyle davranmanın” gerçekçilik olduğunu söyleyeceklerin, “hayat vahşi bir dövüşten ibarettir” diyeceklerin, “bana ne kardeşim onun başına gelenlerden, oh olmuş” diye homurdanacakların çok olacağını tahmin ediyorum.
Haklı da olabilirler.
Ama onların “çirkin” haklılığını ve gerçekçiliğini paylaşmaktansa, “hayatı” anlamayan akılsız biri olmayı tercih ederim.
Ben mücadele etmeyi de, kazanmayı da severim.
Mücadele ve galibiyet ancak “kendi değerlerime sadık kaldığım” sürece önemlidir benim için, kendi değerlerime ihanet ederek kazanacağım her kavgada aslında kaybedeceğimi bilirim çünkü.
Şu son “
Baykal olayında” da çirkin gerçekçiliğin her türlüsüne rastladık.
Baykal’a kızanlar, onu hedefleyen komplonun alçaklığını görmezden geldiler, Baykal’ı partinin başından göndermek isteyen “dostları” onu herkesten önce sattılar.
Ama beni en çok Baykal şaşırttı.
Özel hayatını teşhir ederek kendisini zor durumda bırakan “skandaldan” dolayı
istifa ederken, bu olanlardan “hükümeti sorumlu” tutarak, kendi “özel hayatı” üzerinden siyasi bir
tartışma başlattı.
Şimdi o korkunç “
kaset” de, Baykal’ın özel hayatı da, Baykal’la birlikte bu olayın mağduru olan hanım da siyasi tartışmaların gündemini oluşturacak.
Baykal’ın “kendi kaseti” üzerinden vurmaya çalıştığı siyasi rakipleri, aynı kaset üzerinden Baykal’ı vuracak.
Siyasi bir çıkar sağlayabilmek için bunu yapmaya, kendi özel hayatını “siyasetin” ortasına atmaya değer miydi?
Bence değmezdi.
Kendisi bir haksızlığa uğrayan Baykal, çok daha şövalyece duran Erdoğan’a haksızlık etti ve kendini çamurlu bir kavganın orta yerine bıraktı.
Pardayanlar’ı okumayanların çoğunlukta olduğu bir ülkede yaşıyoruz, sadece Pardayanlar’ı değil, velilerin, dedelerin, mir’lerin, devrimcilerin hayatlarını da okumuyorlar.
Kendi isimlerini, kendi hayatlarını daha kıymetli kılacak bir ölçüleri, kendilerine örnek alacakları bir kahramanları yok.
Kirli bir
öfke, kalleşçe bir intikam arzusu, lekeli bir çıkarcılıkla yaşıyorlar.
Pardayanlar’ı okumuş olsalardı, böyle bir hayatın “ölümden” beter olduğunu anlarlardı.