AK Parti'yi
kapatma davası karşısında ABD'nin ortaya koyduğu tepkinin Avrupa'nın çok gerisinde kaldığı konusunda neredeyse mutabakat oluştu. 4-5 yıldır Türk
demokrasisi üzerinde döndürülen dolapları yakından bildiği düşünülen
Washington'ın demokrasi konusundaki bu cılız tepkisi sadece
Türkiye'de dikkat
çekici bulunmadı.
Amerika'da Türkiye'yi yakından tanıyan pek çok diplomat, akademisyen ve gazeteci de bu tutumu eleştirdi. ABD'nin eski
Ankara büyükelçilerinden Morton Abromowitz ile önde gelen Türkiye uzmanlarından
Henri Barkey de
Newsweek için ortaklaşa yazdıkları makalede,
Bush yönetimini eleştirerek demokrasiden yana net tavır çağrısında bulundu. Üstelik böyle bir tavrın, romantik demokrasi taraftarlığından ziyade,
Amerikan çıkarlarının gereği olduğunu vurguladılar.
Ancak özellikle
Dışişleri Bakanı Rice'ın ATC'de (Amerikan-Türk Konseyi) yaptığı konuşmada konuya açıkça değinmemesi, sadece sorular üzerine görüşlerini ifade etmesi, hatta
taslak konuşma metninde yer alan bazı güçlü ifadelerin çıkarıldığının anlaşılması bu kaygıları hep güçlü tuttu.
Amerikan başkentindeki en etkili gazetelerden
Washington Post, 2
Mayıs tarihli başyazısında bu konuşmayı ve yönetimin zayıf duruşunu açıkça eleştirdi. Başarılı bir Türk demokrasisinin ABD için de hayatî önem taşıdığını hatırlattı.
Aslında baştan beri Washington'da AK Parti'nin temsil ettiği demokratik eğilimden rahatsız bir çevrenin olduğu, bunların Türkiye'deki yoldaşlarıyla hükümet aleyhine
lobi yaptığı biliniyor. Dolayısıyla son günlerde yeniden sesini yükselten Michael Rubin gibi bu çevrenin sözcüsü sayılan isimlerin yazıp çizdiklerini fazla ciddiye almaya gerek yok. Çünkü bu çevre, baştan beri Türk toplumu hakkında yapılan araştırmaların desteklemediği ve başta AB olmak üzere Batı kamuoyunun ciddiye almadığı karalamaları ısıtıp ısıtıp önümüze getiriyor.
Asıl üzerinde durulması gereken nokta, bu yeminli düşman çekirdeğin Washington'daki etkisinin genişleyip genişlemediği. ABD başkentinde geçirdiğim 4-5 günde edindiğim izlenim, Türkiye'deki yalan yanlış
manşetlerle desteklenen dezenformasyon çabasının da yardımıyla bu etkinin belli ölçüde arttığı yönünde. AK Parti'nin gizli İslamî gündemi olduğu izlenimini vermeyi hedefleyen bu manşetler yalanlansa da karşı açıklamalar bu haberlerin etkisini kıramıyor.
Zaten püf noktası da burada değil mi? Kendi
seçim gündemine kilitlenmiş,
Irak ve
İran gibi zor konularla bunalmış Amerikan yönetiminin dikkat eksikliğinden de yararlanarak, demokrasi karşıtı girişimleri adeta Türkiye'nin Batı ekseninde kalmasını ve laikliği garantiye alan eylemler gibi sunmak. Böyle düşünenlerin sayısını artırmak veya en azından insanların kafasını karıştırarak anti-demokratik girişimlere karşı direnci kırmak.
Nokta Dergisi'nin yayınladığı
darbe günlükleri ile
Ayışığı ve
Sarıkız darbe girişimlerinin detaylarını okuyanlar, demokrasi karşıtı güçlerin hedefe giderken nerede tıkandığını çok iyi hatırlayacaktır: ABD'den darbe için olumlu işaret alamamak.
Washington'da beni en çok şaşırtan tablo, demokrasi konusunda duyarlı olduğu sanılan düşünce kuruluşlarında bile ciddi kafa karışıklığı yaşandığını görmekti. Özellikle Daniel Pipes ve Bassam Tibi gibi müfrit isimlerin yazıp çizdiklerini objektif veri kabul edenler, fotoğrafı doğru
okuma şansını yitirmiş görünüyordu. Türkiye'nin İslam'a kaydığını, hızla Batı'dan uzaklaştığını ve hatta 1979'da İran'da yaşanana benzer bir durumla karşı karşıya kalınabileceğini düşünenler vardı.
Ancak bu isimlerle ilgili dikkat çeken birinci nokta, Türkiye'de yaşananları yakından takip etmiyor olmalarıydı. Bazıları, kendi gazetelerinde Türkiye'de yaşanan olayların perde arkasına dair çıkan haber ve
analizlerden bile habersizdi. Amerikan medyası
kapatma davasına çok az yer vermişti. Ayrıca, Türkiye'deki gelişmeleri Washington'a yansıtma noktasında, anti-demokratik çevrelerin daha başarılı olduğu görülüyordu.
Dolayısıyla Brüksel'de Türkiye fotoğrafı ne kadar net görünüyor; gerçekte kimin demokrasinin yanında kimin karşısında olduğu ne kadar net biliniyorsa, burada o kadar belirsizlik vardı. Sanki
Atlantik, gerçekleri perdeliyor ve algıları çarpıtıyordu.
İşte bu hava, resmî politikaya 'iki tarafa eşit mesafede durma' gibi tuhaf bir formül şeklinde yansıyordu. Bu yaklaşıma göre bir yanda AK Parti, diğer yanda asker vardı. Ve Washington'ın bu ikiliden birini
tercih etmesinin güç olduğu söyleniyordu.
Peki bu analiz doğru muydu? Türkiye, İslam'a mı kayıyordu? ABD'den beklenen, askere tavır alması mıydı? Bu soruların cevabını bir sonraki yazıda tartışacağız.