Türkiye'nin son dönemde içeride yaşadığı demokratik dönüşüm ve dış politikada izlediği aksiyoner çizgi karşısında bir yerlerden
itiraz gelmesi
sürpriz olmazdı. Ne de olsa, hakim güçlerin Türkiye'ye, Türk siyasetine, ekonomisine, bürokrasisine, askerine, dış ilişkilerine biçtikleri bir rol vardı.
Hani şu sirklerde bahşişini almak için kendisine çizilen
küçük çemberin dışına çıkmaması gereken zavallı ayıcıkları bilirsiniz. Aynen bunun gibi, Türkiye'ye çizilen çemberin muhtevası da belliydi:
"İçeride
incir çekirdeğini doldurmayan ideolojik kavgalarla enerjiyi tüketmek; asıl gücünü oluşturan dinamikleri düşman bellemek; bin yıl birlikte yaşadığı kardeşleriyle boş yere didişip durmak; bir avuç zenginin kontrolündeki ekonomiyle idare etmek; sıkıştığında IMF'nin yardımına koşmak; dış politikayı
Yunanistan ve Kıbrıs'la uğraşmaktan ibaret sanmak ve bunun dışındaki meselelerde küresel patronun gözüne bakmak..."
Türkiye'nin,
Anadolu Kartalı tatbikatını erteleyerek önce İsrail'e tavır alması, ardından da Erdoğan'ın İran'a kapsamlı bir ziyarette bulunması, beklenen bu tepkinin açığa çıkmasını hızlandırmış görünüyor. Bir süredir için için "Türkiye artık çok oluyor" diyen çevreler, kulislerde paylaştıkları bu düşünceleri açığa çıkarmaya başladı.
Nitekim Batı basınında peş peşe çıkan makalelerde Türkiye'nin eksen değiştirdiği, Batı'ya sırtını döndüğü, hatta İran'la flört ederek Batı'ya
ihanet ettiği bile yazıldı.
Bu yazılanlar arasında en çok dikkat çeken ve orijinal denebilecek husus, Türkiye'ye yapılan özgüven suçlamasıydı. Ankara'nın Tahran'la artan bağlarının sıkıntı verici olduğunu söyleyen
Los Angeles Times'ın başyazarı, suçun bir kısmını
Sarkozy gibi Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkarak
ülkedeki Batı karşıtı hisleri alevlendiren Avrupalılara yüklüyor. Yazara göre, diğer suçlu ise Türkiye'nin yeni özgüveni.
Başyazı şöyle devam ediyor: "Ekonomik nüfuzu ve jeopolitik önemi Türkiye'yi, daha önemli bir
oyuncu haline gelme arzusunu hayata geçirebileceği bir konuma getirdi. İran'la flört, Türkiye için küresel güçlerden bağımsızlığını göstermenin bir yöntemi. Bu özgüven, Erdoğan, ABD Başkanı Barack Obama'yı ziyaret ettiğinde de kendini gösterecek. Erdoğan'ın kendinden emin davranması bekleniyor. Ancak Obama'nın da ona bazı dersler vermesi gerek." (31
Ekim 2009)
Yazıda yanlış çok. Bir kere, Türkiye, Batı'ya tepki olarak Doğu'ya açılmış değil. İkincisi, Beyaz Saray'da
Bush olsaydı, belki Erdoğan'ın kulağını çektirme tavsiyesi anlamlı olabilirdi. Ama Obama, tam da Türkiye gibi düşmanlarla bile
diyalog politikasını savunan biri. Üçüncüsü, Türk liderler neredeyse gün aşırı nükleersiz bir
Ortadoğu istediklerini söylerken, Erdoğan'ı, İran'ın nükleer
silah projesini savunmakla suçlamak insafsızlık.
Bunca yanlışa rağmen, özgüvenle ilgili tespit çok yerinde. Gerçekten de son dönemde yaşanan olumlu değişimin en büyük kaynağı, Türkiye'nin tazelenen özgüveni. Türkiye, kendine çizilen çemberin dışında da bir dünya olduğunu görüyor. Aslında güçlü pazulara sahip olduğunu, kendini beslemek için maymunluk yapmak zorunda olmadığını fark ediyor.
Bu özgüven olmasa, Ermenistan'a '
Tarih komisyonu kurup 1915 olaylarını araştıralım' der miydi? Bu özgüven olmasa, aynı anda Kürtlere, Alevilere ve azınlıklara yönelik
açılım başlatabilir miydi? Bu özgüven olmasa,
Suriye'ye vize kaldırılır mıydı? Bu özgüven olmasa,
Dışişleri Bakanı Erbil'e gider miydi? Bu özgüven olmasa, Suriye ile İsrail'i barıştırmaya kalkışabilir miydi? Bu özgüven olmasa,
Meclis 1
Mart tezkeresini reddeder miydi? Bu özgüven olmasa, Davos'ta Peres'e 'one minute' denir miydi? Bu özgüven olmasa Erdoğan, Tahran'ı ziyaret eder miydi?
Bu özgüven, yazarın tespit ettiği gibi, Türkiye'yi belki Batı'nın kendisine çizdiği çemberin dışına çıkarıyor. Ama asla onu, dünya için daha sorunlu bir ülke yapmıyor. Aksine bu sayede Türkiye, kendiyle ve etrafıyla barışıyor. Bölge ve dünya barışına katkı yapan bir ülke haline getiriyor. Türkiye'nin BM
Güvenlik Konseyi üyeliğine 151 ülkenin '
evet' demesi, bu rolün dünyaca onayladığının göstergesi değil mi?