Başarıyla geçen
Kuveyt-
Katar ziyaretlerinde Erdoğan'ın dile getirdiği "Biz bize yeteriz" sözü çok tartışıldı, daha da tartışılacak.
Gazeteciler, Erdoğan'a bu sözle kastını sorunca,
Başbakan şu cevabı vermiş: "Olayın ağırlıklı boyutu
ekonomik ama tabii siyasî boyutu da var
dayanışma noktasında. Müşterek adım atma cesaretini gösterebilmeliyiz. Aslında biz bize yeteriz.
İslam dünyasının ekonomideki ağırlığı yüzde 30'u buluyor. İKT üyelerinin oluşturduğu zeminde ürettiğimiz ve üreteceklerimizle İslam dünyası kendine yeter..."
Halbuki Kuveyt'te 'Biz bize yeteriz' diyen aynı Erdoğan, 7 yıl önce Suudi
Arabistan'da aynı konuda farklı bir perspektif sunmuştu. Türk-
Suudi Arabistan İş Konseyi'nde konuşan Erdoğan, "Bir şey söylemek istiyorum ama yanlış anlaşılmaktan korkuyorum." dedikten sonra şöyle demişti: "İslam Ortak Pazarı anlayışını doğru bulmuyorum. Çünkü, ne olursa olsun bu birliktelikleri ne etnik, ne dinî kökene ne de coğrafyaya bağlı olarak düşüneceğiz. Artık dünyada bunların hiçbirisi kaldı mı? Ekonomik ilişkilerde böyle bir şey var mı? Kuruluşları böyle oluşturmaya kalktığımız anda kamplaşmalar başlar, münasebetler kesilebilir." (18.1.2004)
Peki Ocak 2004'ten Ocak 2011'e dış politikada ne değişti? Buna
cevap vermek için Erdoğan'ın siyasî serüvenine ve
Türkiye'nin dış ilişkilerine birlikte bakmalı. 2000'lerin başında Erdoğan, dünyaya bakışında yeni bir sayfa açarak
AK Parti'yi kurdu. Değişimin en önemli göstergesi, siyasette Milli Görüş'ü değil,
Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Anavatan'la temsil edilen merkez sağ çizgiyi referans almasıydı. Değişim, mitinglerde Erdoğan posterinin yanına asılan
Menderes veya
Özal posterleriyle sınırlı değildi; izlediği siyasete de damgasını vurdu.
Nitekim Refahyol'un Başbakanı
Erbakan, 28
Şubat darbesine kadar süren görevinde tek Batı
ülkesini ziyaret etmezken, Erdoğan daha genel başkanken AB sürecine
destek için en az 15 Batı başkentini ziyaret etmişti.
Sarıkız,
Ayışığı gibi darbe planlarından anlaşıldığı gibi siyasî geleceğini riske atarak Kıbrıs'ta çözüm için tüm ağırlığını koymuştu.
Aralık 2004'te müzakere tarihi alınıp
Ekim 2005'te
müzakereler başladığında,
Avrupalılar AK Parti Hükümeti'ni AB sürecinde Türkiye'nin en reformcu kabinesi olarak övüyordu.
Erdoğan, işte bu dönemde geride bıraktığı ideolojiyi hatırlatan çağrılara hiç
prim vermiyordu. Çünkü
Müslüman çoğunluğa sahip demokratik ve laik bir ülkenin
dindar başbakanı olarak, Türkiye'nin AB'ye tam üye olması ihtimali sadece onu değil, Fas'tan Japonya'ya tüm dünyayı heyecanlandırıyordu.
Maalesef işler beklendiği gibi gitmedi.
Müzakereler başlar başlamaz, çözüme 'hayır' diyen
Rumlar yüzünden 8 müzakere başlığı askıya alındı.
Fransa ve Almanya'da liderler değişti. Avrupa siyaseti ırkçı/İslam karşıtı rüzgârlara teslim oldu. Jest olsun diye
Büyükelçiler Konferası'na davet edilen
Yunan lider
Papandreu, Türkiye'nin Kıbrıs'ta işgalci olduğunu söyledi. Merkel daha önce söylediklerini unutarak, Kıbrıs'ta çözümsüzlüğü Türkiye'ye
fatura etti.
Üstüne üstlük küresel krizde birçok AB üyesi ülke IMF'lik olurken, Türkiye'nin yıldızı parladı. 2008'de
Rusya en büyük
dış ticaret ortağı oldu. Komşularla ticaret 6 kat arttı. İKT'nin Türkiye'nin ihracatındaki payı yüzde 30'a ulaştı. Gidilen her yeni ülkeden vize müjdesiyle dönüldü. Batı'da moral bozan tablolarla karşılaşan liderler, Doğu'da halayla karşılanır oldu. One minute olayı, Erdoğan'ı İslam dünyasının en popüler ismi yaptı.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Batı'yı
ihmal etmediklerini ispat için 2010
gezi grafiğini medyayla paylaştı. Dış politikadaki 4 önceliklerinden birinin, NATO, AB gibi Soğuk
Savaş mirası kurumlarda etkinliği artırmak olduğunu söyledi. Ama
algı, Türkiye'nin Doğu'ya kaydığı şeklindeydi. Davutoğlu'na göre algının nedeni başkaydı: "Batı'yla yıllarca konuşup yapamadıklarımızı, Doğu'da yarım saatte yapıyoruz." Tabii,
İran politikasının ve İsrail'le karşı karşıya gelmenin bu imaja etkisini de unutmamalı.
Neticede, liderler de insan ve bu tablo ister istemez Erdoğan'ı da etkiliyor. Ayrıca Batı kucak açmış da Türkiye sırtını dönüyor değil. Doğu'da var olan potansiyeli Türkiye'nin elinin tersiyle itme lüksü de yok. Bunlar doğru, ama yine de içerideki hassas dengeleri, dış ilişkilerin bundaki rolünü ve İslam dünyasının gerçeklerini dikkate alarak söyleme dikkat etmekte fayda var. Ahmet Taşgetiren'in yazdığı gibi, 'popüler düzeyde hoşa gitse de söylem planında
profil yükseltmelerin faydası sorgulanmalı'. Zira Erdoğan'ın 7 yıl önce durduğu yer, hem Türkiye hem İslam dünyası için yeterince cazipti.