Televizyon programlarındaki reklam araları,
sivil şahısların resmi olmayan görüşlerini duymak açısından çok verimli oluyor. Çünkü ekranda konuşul(a)mayanlar, burada paylaşılıyor.
Böyle bir program arasında, muhalefetteki bir partide üst düzey görev alıp ayrılan bir kişi, partisiyle ilgili aynen şöyle diyor: "
Türkiye için tam bir felakete yol açacağı için bu partinin
iktidara gelmesini hayal etmek bile istemiyorum. Falan ismin başbakan, falan ismin
adalet, falan ismin dışişleri bakanı olduğu Türkiye'yi düşünün."
Bu sözleri aktarmamın nedeni,
AK Parti'yi pohpohlamak değil. Aksine bu tablonun AK Parti için doğuracağı tehlikeye dikkat çekmek. İyi bir rakibin olmadığı her ortamda karşınıza çıkması olağan bir virüs bu. Bu virüs yüzünden insan
devrimci çıktığı yolda, statükocu hale geldiğinin farkına bile varamayabilir. Meşru bir alternatifin olmadığı ortamda, yol gösterecek eleştiriler azalır. Bazen işe yarayacak ikazlar dile getirilse de alternatifsizlik psikolojisiyle dinlemeye vaktiniz olmaz. Bu durumda ya bir
rakip üretmeniz gerekir ya da kendi kendinizin rakibi olmanız.
8 yıldır girdiği 5 seçimden zaferle çıkan ve hala karşısında iktidar alternatifi görünmeyen AK Parti'nin bugün karşı karşıya olduğu en büyük sorun bu. Kendisini sandıkta zorlayacak bir parti kuramayacağına göre, kendi kendinin rakibi olmak zorunda.
Bu sütunun konusu daha çok dış
politika olduğu için isterseniz bu alandaki tabloya bakalım. AK Parti'nin 2010 ve öncesi
dış politika performansını
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun ağzından özetlemiştim. Merak eden, 28
Aralık tarihli yazıda bulabilir. Satırbaşı olarak şunları söylüyordu: "Türkiye, dış politikada dördüncü
restorasyon dönemini yaşıyor. İzlenen siyasette, Abdülhamid'den İttihat Terakki'ye, Atatürk'ten Menderes'e bütün geçmişin izi var. AK Parti'nin özgünlüğü ve temel iddiası ise Türkiye'yi dünya düzeninin nasıl şekilleneceği konusunda söz sahibi yapmak."
Kimsenin
itiraz edemeyeceği parlak bir vizyon. Türkiye'nin dünyada söz sahibi olmasını kim istemez. Komşularla sıfır problem siyasetinden BM
Güvenlik Konseyi üyeliğine,
İslam dünyası ve Afrika'ya açılımdan Balkanlar'daki etkinliğe elde edilen kazanımları da herkes alkışlıyor. Hatta birçokları, Abdullah Gül'den Tayyip Erdoğan'a, Ahmet Davutoğlu'ndan Egemen Bağış'a bu yüksek temponun haleflerince sürdürülüp sürdürülemeyeceğini sorguluyor.
Ancak "dünyada söz sahibi
ülke" vizyonu açısından kritik bazı sorunları da görmek şart. Dünyanın gözünde AK Parti'yi özgün kılan en önemli husus, İslamî köklerine rağmen ülkeyi gerçek demokrasiye dönüştürecek
AB sürecine 'en fazla önem veren cumhuriyet hükümeti' olmasıydı. Sadece Batı değil, İslam dünyası da bunu heyecanla karşılıyordu. Halbuki şimdi, bu sütunu paylaştığımız
Joost Lagendijk gibi en insaflı isimler bile sürecin durmak üzere olduğunu ve bunda AB'nin yanı sıra Türkiye'nin de sorumluluğunun bulunduğunu söylüyor. 2005'ten beri ilk kez son 6 ayda bir müzakere başlığı dahi açılmadı.
Türkiye'nin Asya'da veya Doğu'daki açılımları, mevcut eksenlere eklendikçe bir zenginlikti. Hem Doğu'da hem Batı'da muteber olmak, iki tarafta da cazibemizi artırıyordu. Ancak yeni açılımların, mevcutlara alternatif gibi görünmeye başlaması veya onları riske sokması, ne Türkiye'nin ne de Doğu'da yardımcı olmak istediklerimizin lehine. Nitekim
Suriye lideri Beşşar Esed bile
İsrail ile normal ilişkilere sahip bir Türkiye'nin kendileri için daha kıymetli olduğu görüşünde.
İçeride çok daha güçsüz olduğu 2003'te AK Parti'nin cesaretle üzerine gittiği
Kıbrıs, eski 'çözümsüzlük en iyi çözümdür' günlerini hatırlatan noktaya geri dönmüş durumda. Statükoyu devam ettirmek için
bürokrasi her zaman harika gerekçeler üretir. Nitekim o zaman da gerekçe boldu, şimdi de bol. Ama Erdoğan'ın dün her şeye rağmen "bir adım önde" ilkesiyle üzerine gittiği sorun, başta AB süreci olmak üzere her yerde baş ağrıtmaya devam ediyor.
AK Parti'nin yine büyük iyi niyetle ve 'bir adım önde' ilkesiyle başlattığı
Ermenistan açılımı da donmuş vaziyette. İşin acı yanı ise büyük umutlar bağlanan protokoller sürecindeki tıkanmanın, birçok başkentte Türkiye'ye
fatura edilmesi. Kıbrıs, İsrail veya Ermenistan kendi cirimleri itibarıyla belki
küçük sorunlar; ama her biri Türkiye'nin mevcut eksenlerini zehirleme potansiyeline sahip.
Bu konuların hiçbirinde rakiplerinden umut veren bir
öneri yok. Yani bugünkü AK Parti'nin tek rakibi, her zaman 'bir adım önde' giden dünkü AK Parti.