Büyük beklentilerle başlayan ve maalesef
Habur kazasıyla sekteye uğrayan demokratik
açılım için umutlar yine yeşermiş durumda.
Dile kolay, bir yönüyle 30, bir yönüyle 85 yıllık, çok büyük acılara ve devasa maddi kayıplara yol açmış bir problemin çözümünden bahsediyoruz. Bu badireyi atlatmanın ülkemize kazandıracaklarını düşününce, çözüme dair en
küçük ihtimal bile insanı heyecanlandırıyor.
Şems'e hasret içinde yanan Mevlânâ'nın meşhur serzenişi gibi hislerimiz. Can yoldaşı Şems'i kaybeden Mevlânâ, Tebriz sokaklarında deli divane şekilde onu ararken, yalancılığı ile ünlü biri onu gördüğünü söyleyerek yerini
tarif eder. Çok çok sevinen Mevlânâ hemen kıymetli cübbesini müjdeyi verene
hediye eder. Oradaki biri, "Ne yaptın, o yalancının tekidir?" deyince Mevlânâ, "Ben cübbemi onun yalanına verdim, doğru söylediğini bilsem, canımı veririm." der. Hangimiz, bu problemin ortadan kalkma ihtimali karşısında aynı coşkuyu hissetmeyiz?
Diyarbakır temsilcimiz Aziz İstegün,
pazartesi günü bölgedeki hissiyatı anlatırken, her yerde umut rüzgârı estiğini söylüyordu.
Ankara'da, Diyarbakır'da, İmralı'da, Kandil'de, Şam'da, Tahran'da,
Avrupa'da, Amerika'da yapılan temaslar bu trafiğin sadece kamuoyuna yansıyan kısmı. Perde arkasında kim bilir neler konuşuluyor? Tabii, umutlar bu kadar yükselince ve yıllardır çözüm çabalarının kaç kez nasıl acımasızca baltalandığını düşününce, insan endişe de duymuyor değil.
Allah korusun, süreç birileri tarafından yine sabote edilirse, doğacak bir hayal kırıklığını daha nasıl aşarız? Bu noktada kendime yaptığım telkin şöyle: Umudu koru,
soğukkanlılığı elden bırakma.
Aslında önümüzdeki probleme bu açıdan bakınca, karşımıza iki temel konu çıkıyor: Dağ ve diğeri dil. 12
Eylül darbesinin yol açtığı insanlık dışı şartlara tepki olarak dağa çıkanlar ve geçen çeyrek asırda terörü adeta iş edinen insanlar oradan nasıl indirilip topluma kazandırılacak? Eski Diyarbakır milletvekili Mesut Değer'in
itiraf ettiği gibi, şayet 1980'lerin sonunda bu problemin çözümü adına CHP'nin
Kürt raporunda dile getirilen sorunların büyük bir çoğunluğu çözülmüşse, bugün dağda kalmanın, şiddeti sürdürmenin anlamı kalmamış demektir. Elbette problemler ve talepler olabilir; ama
12 Eylül Anayasası'nın sil baştan yenileneceği ve AB ile üyelik müzakereleri yapan bir Türkiye'de artık bu işleri konuşarak çözemez miyiz?
İkinci temel konu olan dil meselesinde ciddi bir
tartışma başladı bile.
Başbakan Erdoğan, önce Ankara'da partisinin il başkanları toplantısında, sonra Dolmabahçe'deki medya buluşmasında söyledikleriyle dil konusunda kendi duruşunu ortaya koydu. Ankara'da şöyle dedi: "Anadilde nerede isterseniz orada kurslarını açabilirsiniz ama bizden resmi olarak anadilde eğitim beklemeyin. Türkiye'nin resmi dili Türkçedir. Üniversitelerde anadilde eğitim bölümleri açıldı. Anadilde eğitime gitmenin ülkeyi bölmeye yönelik bir girişim olduğunu söylüyoruz."
Medya yöneticileri olarak katıldığımız Dolmabahçe'de de bu yaklaşımı korudu. Devlet televizyonunda
Kürtçe yayından üniversitelerdeki Kürtçe bölümlerine dille ilgili yasakların her alanda kaldırıldığını hatırlattıktan sonra, Kürtçe dışında da etnik dillerin bulunduğunu, hepsinde anadilde eğitim vermenin imkânsızlığını ve bunun birliğimize zarar vereceğini söyledi. Ayrıca Almanya'daki Türkler örneğinde olduğu gibi
azınlık olarak anadili öğrenme talebiyle, anadilde eğitim talebinin karıştırılmaması gerektiğini, birincinin
Avrupa Birliği yasalarından kaynaklanan bir hak ve zorunluluk olduğunu dile getirdi.
Beğenilsin veya beğenilmesin, Erdoğan'ın konuya yaklaşımını açıklaması olumlu. Anadilin öğrenilmesi, geliştirilmesi ve her alanda kullanılmasına sıcak, ama fen veya matematiğin Kürtçe anlatılması anlamında anadilde eğitime soğuk. Diyarbakırlı bir CHP'li olan Değer'in bu konudaki önerisi de çok farklı değil. O, Kürtçenin ilköğretimde seçmeli
ders olabileceğini ve anadilde eğitimin yükseköğrenimde yapılabileceğini söylüyor. AB'nin anadilde eğitimi nasıl düzenlediği de bize ışık tutabilir. Yer kalmadığı için Avrupa'nın bu soruna nasıl çözümler bulduğunu haftaya ele alalım. Herkes fikrini söyler, makul bir noktada çözüm bulunur. Bunun için kana ve kavgaya gerek var mı?