Lise bir öğrencisi iken edebiyat öğrencimiz bir kompozisyon ödevi vermişti; konusu ise:
“Siz İzmir’de bulunuyorsunuz ama sizin bir kardeşiniz başka bir şehirde yatılı okulda okuyor ama her şeyden şikayet ediyor. Yani okumak istemiyor, köye dönmeyi arzu ediyor. Siz bunu iknâ etmek için bir mektup göndermek isteseniz, neler yazarsınız?”
Düşündüm, aklıma Sekizinci Söz’deki şu mealdeki temsil geldi. “Mesela sen bir yolcusun. Önemli bir yere gidiyorsun. Yolda bir bahçeyle karşılaştın. İçinde ağaç gölgeleri, pınarlar ve meyve ağaçları da var. Ama iyi bakılmadığı için bir kenarda çöpler ve murdar şeyler de var. Sen orada ebedî kalacak biri değilsin. Onları temizlemeye vaktin de yok. Şimdi her şeyi bırakıp o pisliklerle ve murdar şeylerle meşgul olmaya kalkışırsan gözlerini sadece onlara dikersen için bulanır, sonra ne oradaki ağaçların meyvelerinden ve gölgelerinden ne de oradaki pınarlardan istifade edebilirsin. Bu dünya Cennet değil; içinde böyle güzellikler de ve aynı zamanda hiç istenmeyen çirkinlikler de bulunuyor. Aklı başında olan insan, herşeyin iyi tarafına bakar, yeteri kadar istifade eder ve hedefine doğru yoluna devam eder.” Bu husus Sekizinci Söz’den başka yerlerinde parça parça bulunuyor. Ben onları birleştirerek bu mealde bir kompozisyon yazdım.
Aslında bu mealde bazı hadis-i şerifler de var…
Ayrıca Onuncu Söz Haşir Risalesinde de başka bir temsil var:
“Mesela, sen yolda gidiyorsun. Görüyorsun ki, yol içinde bir HAN. Bir büyük zât, o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış. O misafirlerin bir gece tenezzüh (gezinti) ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlarca altın sarf ediyor.
“Hem o misafirler, o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar. Fakat her misafir kendine mahsus fotoğraf (makinesi) işe o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar. Hem, o büyük zâtın hizmetkarları da, misafirlerin muamelelerinin suretini gayet dikkat ile alıyorlar ve kaydediyorlar. Hem görüyorsun ki; o zât, her günde, o kıymetli tezyinatın çoğunu tahrip eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatı îcad eder.
“Bunu gördükten sonra hiç şüphen kalır mı ki: Bu yolda bu hanı yapan zâtın; daimî, pek âlî menzilleri, hem tükenmez pek kıymetli hazineleri… hem devam edip gelen, pek büyük bir cömertliği vardır. Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini, kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor. Ve onlara hazırladığı hediyelere, rağbetlerini uyandırıyor.
Aynen onun gibi, şu dünya misafirhanesindeki vaziyeti, sarhoş olandan dikkat etsen; şu ‘Dokuz Esas’ı anlarsın:
“Birinci Esas: Anlarsın ki; o han gibi bu dünya dahi kendi için değil… kendi kendine de bu sureti alması imkânsızdır. Belki mahlukat kafilesinin gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.
“İkinci Esas: Hem anlarsın ki; şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-i Kerim’i onları dâru’s-selâm’a (Selam ve selâmet diyarı, Cennet’e ) davet eder.
“Üçüncü Esas: Hem anlarsın ki: şu dünyadaki tezyinat, yalnız lezzet almak ve gezip dolaşmak için değil. Çünkü; bir zaman lezzet verse, ayrılığıyle bir zaman elem verir. Sana taddırır, iştihanı açar, fakat doyurmaz. Çünkü; ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymaya kâfi değil… Demek kıymetli yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat, ibret içindir. Şükür içindir. Dâimî asıllarına teşvik içindir. Başka, gayet ulvî gayeler içindir.
“Dördüncü Esas: Hem anlarsın ki; şu dünyadaki müzeyyenat ise Cennet’te ehl-i iman için Rahman’ın rahmetiyle depolanan nimetlerin nümûleri, suretleri hükmündedir.
“Beşinci Esas: Hem anlarsın ki: şu fani sanat eserleri fâni olmaları için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki vücutta kısa bir zaman toplanıp, istenilen vaziyeti alıp, tâ suretleri, resimleri alınsın, timsalleri tutulsun, mânâları bilinsin, neticeleri zabtedilsin. Mesela, ebediyet âleminde yaşayacaklar için, dâimî manzaralar dokunsun. Hem bâkî âlemde başka gayelere vesile olsun.
“Eşya bekâ için yaratıldığını, fânilik için olmadığını; belki sureten fânilik ise de, tamam-ı vazife ve terhis olduğu bununla anlaşılıyor ki, fâni bir şey bir cihetle fâniliğe gider, çok cihetlerle bâkî kalır. Mesela; Kudret KELİMELERİNDEN olan şu ÇİÇEĞE bak ki, kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar hemen arkasından, fânilik perdesinde saklanır. Fakat, senin ağzından çıkan KELİME gibi o gider; fakat o kelime, binler misallerini kulaklara emanet edip bırakır. O kelimeyi dinleyen akıllar adedince, mânâlarını akıllarda bâkileştirir. Çünkü o kelime vazifesi olan mânayı ifade ettikten sonra kendisi gider. Fakat, o kudret kelimesi olan ÇİÇEĞİ gören herşeyin hâfızasında zâhiri suretini, her bir tohumunda mânevî mâhiyetini bırakıp öyle gidiyor. güyâ her hâfıza ile her tohum, ziynetini muhafaza için birer fotoğraf ve bekâsının devamı için birer menzildirler. En basit hayat mertebesinde olan çiçek gibi bir sanat eseri böyle ise, en yüksek hayat tabakasında ve bâkî ruhlar sahibi olan insan; ne kadar bakilik ile alâkadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebâtâtın bir parça RUHA BENZEYEN her birinin teşekkülât kanunu, suretinin timsâlini zerrecikler gibi tohumlarda mükemmel bir intizamla dağdağalı inkılablar içinde bâkileştirip muhafaza edilmesiyle; gayet cemiyetli ve yüksek bir mâhiyete mâlik, hârici bir vücut giydirilmiş, şuur sahibi, nûrânî bir kanun-i emrî olan insan ruhu, ne derece bakilik ile bağlı ve alâkadar olduğu anlaşılır.
Altıncısı: Hem anlarsın ki, insan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır, belki, bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiilleri muhasebe için zabtedilir.” (Onuncu Söz, Altıncı Hakikat)
Kur’an nurlarının feyizleri olan bu hakikatler, her zaman bizim hayatımıza yön vermelidirler.