Sabahattin Bey anlatıyor: “1967 yılı idi… Beni devamlı askerden arıyor, bulamıyorlardı. Babamı sıkıştırıyorlardı. Baktık ki, olacak gibi değil, Zübeyir Ağabey, ‘Git askerliğini yap gel’ dedi. Ben bakâya kalmıştım. Biliyorsunuz, böyleleri mahkeme olup cezalı düşüyorlardı.
“Tayinim Isparta’ya çıkmıştı. Isparta’ya vardım. Teslim olmadan önce dersaneye uğrayayım, dedim. Vardım ki, Tâhirî Ağabey orada. ‘Ooo, tam kardeşim, hoş geldin’ dedi. Ben de, askerlik için geldiğimi söyledim. O, askerliği hiç kâle almadan, ‘Zülfikâr’ın tashihimi yapacak birini arıyordum, iyi ki, geldin’ dedi. Biz o zaman ağabeylere tam teslimdik. ‘Efendim, askerlik için geciktim de, yarın teslim olmam lâzım da…’ demeye hiç ihtiyaç duymadım. ‘Peki ağabey’ dedim. Hizmet her şeyden önce geliyordu. Anlayacağımız, askerden önce Tahiri Ağabeye teslim olmuştum.
“Gittik dersaneye, kimse yok; yalnız Tahirî Ağabey var. Tahirî Ağabeyin takip ettiği mânevî askerliğe girdim. Namazlar tam vaktinde kılınıyor. Yatsı namazı kılındıktan sonra yatıyor. Üç saat sonra kalkıp, gece sabaha kadar ibadet ediyordu. Sabah namazında bizi kaldırıyor. Yâsin, Tebareke ile ağır ağır kıldırıyordu. Öğleden önce yarım saat kaylûlesi vardı. Kaylûle için beni de yatırıyordu. Tabiî ben gündüz uykusuna alışık değilim. Mecburen yatıyorum. Yarım saat sonra kalkıyor ve ‘Kalk kardeşim’ deyip beni de kaldırıyor, öğle namazını kılıyoruz. Sonra kendi el yazması Zülfikâr’ın tashihine devam ediyoruz. Bu şekilde on gün kadar kalıp Zülfikâr’ın tashihini bitirdik.
“Neyse, Merkez Şubeye vardım. Orada kaydedip, sonra bölüklere taksim ediyorlardı. Selam verdim. Evrakları uzattım. ‘Ooo, sen gecikmişsin diyeceklerini bekliyordum. Kayıtçı, evraklara baktı. ‘Hemşehrim, hoş geldin’ dedi. Soyadımı görünce kafasını kaldırdı. ‘Sen’ dedi, ‘Bahattin Asteğmenim'in nesi oluyorsun?’ Meğer o da Erzurumluymuş. Bahattin Asteğmen de oranın komutanıymış. Tam hatırlayamadığımı söyledim. Harikulade kolaylıklar buradan başladı… Daha bana, ‘Sen geç geldin, mahkeme olacaksın’ hiçbir şey sormadılar. Aslında daha sonra Şubede vazife yaptım. Bu tip geç gelenleri hemen uygulamaya koymak zorunluluğu vardı.
“Derken bizi elbise için Levazıma götürdüler. Levazım Çavuşu evraka baktı. O da İstanbul’dan geldiğimi görünce, ‘Ooo hemşehrim, hoş geldin’ dedi. Bu da İstanbul’dan geldiğime bakıp yakınlık gösterdi. Öteki Erzurumlu olduğumu görüp yakınlık göstermişti. Biz her gittiğimiz yerde büyük bir ilgi ve hoşgörüyle karşılanıyoruz. ‘Git’ dedi, ‘Hemşehrim, istediğin elbiseyi seç.’ Halbuki kimseye seçtirmeden rastgele verirler; bazen dar, bazen bol gelir. Ardından ilave etti: ‘Hemşehrim, bir işin olursa, haberimiz olsun.’ Çavuş… Ama çavuş demek orada ‘komutan’ demek.
“Neyse, oradan ayrıldık, beni yemekhaneye götürdüler. Çavuşlar eğitimde olduğundan, gelince benim yatma yerini tesbit edeceklerdi. O sırada yatacağım yeri tesbit için çavuş geldi. Götürdüler. Upuzun ranzalar konulmuş bir yatma koğuşu yanda da üç tane ayrı ranza var. Belli ki onlar farklı. Herkes de elbisesini çıkarmış yatmaya hazırlanıyordu. Kimin ne olduğunu bilmiyorum. Beni o üç ranzanın ortasına yerleştirdiler. Neyse, yatsı namazını kılıp yatağa girdim. Dedim ki: ‘Kardeşim, ben namaz kılan bir kimseyim. Saatim yok, sabahleyin nasıl kalkarım, yardımcı olabilir misiniz?’ Hemen baktım, orada koğuş nöbetçisini çağırdı. ‘Bak, senden sonraki nöbetçiye söyle, saat sabah beşte bu arkadaşı namaza kaldırdın’ dedi. Sağımda ve solumdakilerle biraz iman hakikatlerinden konuştuk, uyuduk. Gece baktım birisi bana ‘Komutanım kalk’ diye sesleniyor. Allah, Allah, askere geldiğim ilk gün komutan olmuşum. Hayırdır inşaallah, dedim. Neyse namazımı kıldım, tekrar yattım. Biraz sonra ‘Koğuş kalk!’ diye bir ses. Rap diye herkes kalktı. Elbiseleri giyince baktım yanımdakilerin ikisi de çavuş… Beni aralarına almışlar. Biri İstanbul’lu öbürü Erzurumlu çavuş. Meğer İstanbullu, ikindiyi kanepe üzerinde kıldığımı görmüş, içinden, ‘Bu arkadaşı yanıma alayım, bundan istifade edeyim’ diye geçirmiş. Öbürü de hemşehrilik dolayısıyla… Derken biz çavuşlar arasında itibarlı bir asker olduk.
“Yeminden sonra başka bölükte olmama rağmen Merkez Şube komutanı beni yazıcı olarak istedi. Benim Yüzbaşı, bana ‘Olmaz, çıkacaksın eğitime’ dedi. Ben ‘Komutanım, Merkez Şubede görevliyim’ diyecek oldum. ‘Ne demek görevliyim, marş marş eğitime’ dedi. Merkez Şubedeki Komutan da beni çok seviyordu. Ona, ‘Komutanım, durum böyle, beni bırakmıyor. Aranızda halletseniz’ dedim. Neyse Şubedeki Binbaşı telefon etmiş. ‘Ona ihtiyacımız var, onu bize vereceksin’ demiş. Bunun üzerine Yüzbaşı geldi bana, ‘Haydi marş marş, bundan sonra oraya gideceksin’ dedi.
“Dört ay bitti. Komutan çağırdı. ‘Bak, nereye gitmek istiyorsan seni oraya vereyim’ dedi. Dedim: ‘Dışarıda bir şubeye verin.’ ‘Bir bakayım’ dedi. Rahmetli annem de hep dua ederdi, ‘Sen şube askeri ol’ diye. Bu hizmetle bu dua birleşti. Bir gün Komutan beni çağırdı. Isparta Askerlik Şubesinin Komutanıyla tanıştırdı. Beni alıp götürdü. Fakat o arada beni Antalya’nın Finike Şubesine vermişlerdi. Isparta’da iki ay kaldım. Orada kaldığım müddetçe devamlı izne çıkıyor, rahatlıkla dersaneye gidiyordum.
“Sonra Finike’ye gittim. Hele orası büsbütün rahattı. Deniz kenarı, sâkin, kimsecikler yok… Askerliğin sonu sanki bir tatil beldesi gibi geçti.
“Askerden sonra Tahirî Ağabeye bu durumu anlattım. Dedi ki: ‘Kardeşim! Üstad Hazretlerinin Zülfikar Risalesi hakkında özel bir vaziyeti var, ‘Kim bu Kitabı bir sefer yazarsa, askerlikten muâf olur’ diye.
“Tahirî Ağabeyden bunu duyduktan sonra, sır çözüldü, askerdeki bütün bu kolaylıkların nereden ileri geldiğini anladım. Zülfikâr’ın sadece TASHİH’ini yapmıştım. Demek YAZSAYDIM kim bilir nasıl olacaktı… Gariptir ki, askerden sonra o tashih ettiğimiz Zülfikâr nüshasını basmak da yine Tahirî Ağabeyle bana nasip oldu.”
Ne gariptir ki, bu meseleyi öğrenen bir genç, gerçekten Zülfikar Risalesini baştan sona yazıyor ve muâf oluyor…
Safvet Senih