Dr. Hüseyin Kara / samanyoluhaber.com
Zor zamanlarda razı olmak
Hakiki müminlerin dinî hayatları iki ana akım üzerinden yürümektedir. Bunlardan birincisi; nimetlere kavuştukları zaman şükretmeleri, diğeri de bela ve musibetlere dûçâr olduklarında sabretmeleridir. Baştan, imanla kazanma kuşağına girenler; birbirlerine yüz seksen derce zıt gibi görünen durumların her birisinden böylece kârlı çıkmaktadırlar. Bunların birincisine müsbet ibadet, ikincisine de menfî ibadet denmektedir.
Hangi olaylar karşısında nasıl davranılacağını en iyi müminler bildiği için, meşakkatli dünya hayatının problemleri ile baş etme konusunda inançsızlardan çok daha dirençlidirler. Çünkü; dünya hayatının bir imtihan, dolayısıyla burada rahatlık aramanın boşuna bir çaba olduğunu, yine en iyi müminler bilmektedirler. Ve yine bilinmektedir ki nimetleri verenle nikmetleri veren, iyilikleri yaratanla kötülükleri yaratan, servetleri verenle onları tekrar geri alan aynı Allah’tır. Her durumda O’nun verdiklerine ve yarattıklarına razı olmak çok önemli bir kulluk şuuru gerektirmektedir. İnsan, menfaatine düşkün ve nimetlerle perverde olmayı sevdiği için gelen rızıklara ve iyiliklere karşı razı olduğunu ifade etmesi çok kolay bir kadirşinaslıktır. Fakat aynı razılığı bela ve musibetler anında göstermesi ise çok zordur. Meğer asıl kulluk, ‘zor zamanlarda da razı olmakmış.’
Efendimiz (sav) Ebu Said El Hudrî’den (ra) rivayet edilen bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: ‘‘Kim, ben Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan ve peygamber olarak Muhammed’den (sav) razıyım derse ona cennet vacip olur.’’ (Müslim-1884 nolu hadis)Bu büyük müjdeyi gören her müminin aklından ilk geçen duygu; tabii ki söylerim. Hem de günde kaç defa söyleyebilirim olur. Rahatlığın içinde nimetlerle birlikte yaşanan bir hayatta bu cümlenin söylenmesi hiç de zor değildir. Fakat devasa sıkıntıların, onulmaz dert ve musibetlerin hengâmında da aynı ifadeyi içten ve inanarak söyleyebilmek gerçek bir müminlik tavrı ister.
Hadisteki üç şeyden bütün hayatı boyunca razı olan, ‘Sen’in kahrın da hoş, lutfun da hoş’ diyebilen babayiğitlerin her zaman kârlı çıktıklarına pek çok şahit vardır. Ancak bazı insanların dayanıksızlığı ve manevî anatomisindeki immün sisteminin zayıflığı dikkate alındığında, zor zamanlarda hiç sarsılmadan bu ahd u peymanını tekrar edenlerin sayılarında azalma görüldüğü de olmuştur. Bizler, edindiğimiz evrad u ezkâr okuma alışkanlığımızla, sabah-akşam duaları içinde günde altı defa, iki farklı versiyonu ile on iki kez tekrar ettiğimiz bu razılığımızı dile getiriyoruz. Dün de bugün de bu rızalaşmayı okuyoruz. Ölünceye kadar da devam edeceğiz. Çünkü bu ahitleşme çift taraflıdır. Kul Allah’tan razı olmadan, Allah’ın kuldan razı olması da beklenemez.
Hizmet Hareketi mensupları; dört yıldan beri karşılaştıkları kötülüklere, çektikleri çilelere ve uğradıkları hak ihlallerine rağmen, yine de bu üç şeyden razıyız diyorlarsa, bu onların imanlarının enginliğine delâlet eder. Kalplerinde hiçbir ağırlık hissetmeden ve hiç kimseden öç almayı düşünmeden, hatta ‘mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesine’ bile baş vurmadan, ‘Sen’den gelen her şeye razıyız.’ demeye devam edebiliyorlarsa, işte gerçek müminlik şuuru buna derler. Bu seviye, aynı zamanda rıza ufkunun bir basamağıdır.
Bir müminin, lehinde veya aleyhinde, beğendiği veya beğenmediği, hayatta iken cereyan eden kaderinde, Rab olarak Allah’ın icraatlarından razı olması, onun ma’rifetullah şuuru ile doğru orantılıdır. Kul Cenab-ı Hakk’ı ne ölçüde doğru tanıyorsa o kadar ihlaslı kulluk yapar. Kulun imtihan seyrinin, yeknesaklıktan çok, inişli çıkışlı bir seyir takip ettiği bilinmektedir. Yani insanın hayatı bir düzlem üzerinde cereyan etmiyor. Tam tersine ömür yolculuğunun akabeleri, zorlukları ve sıkıntıları bulunmaktadır. Kul daraldığında, Allah’ın icraatından değil de kendi güçsüzlüğünü Allah’a şikâyet etmesi doğru olanıdır. Hz. Yakup (as) gibi: ‘’ Ben, dedi sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum. Hem sizin bilmediğiniz birçok şeyi Allah tarafından vahiy yolu ile biliyorum.’’ (Yusuf, 12/86) veya Hz. Eyub (as) gibi ‘‘ Eyub’u da an. Hani o ‘Ya Rabbi, bu dert bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.’ diye niyaz etmiş. Biz de onun duasını kabul buyurup katımızdan bir lütuf ve ibadet edenlere bir ders olmak üzere, hastalığını iyileştirmiş, kendisine aile ve dostlarını bir misliyle beraber vermiştik.’’ ( Enbiya, 21/83-84)
Bu konuda pek çok peygamberânî örnek Kur’an ayetlerinde önümüzü aydınlatırken, Efendimiz’in (sav) Taif’te karşılaştığı oldukça talihsiz ve kaba manzara sonrasında yaptığı duaların, bir rahmet peygamberine yakışır seviyede olduğuna melekler de şahit oldular. Orada duaya başlarken; önce maddi güçsüzlüğünü ve Allah’tan başka kimsesizliğini O’na arzettikten sonra; ‘Bütün bunlara rağmen Sen bana kızmıyorsan bunların yaptıklarına ben hiç aldırış etmem. Zira Sen’den razıyım.’ diye bitirmesi rıza ufkunda denebilecek son söz olarak meleklerin kaydına geçmiştir. İşte zor zamanlarda rıza buna denir...
Geçen asrın dertli dava insanı, Üstad Bediüzzaman Hazretleri de kendisine yapılan onca eziyet ve işkencelere, sürgün ve hapislere rağmen, bu zulmü irtikap edenlere şahsî hakkını helal etmesi de kendisine yakışan bir civanmertlik nişanesidir. Ardından dönüp kusuru kendinde arayıp bütün bu olanların faturasını nefsine kesmesi ise şayan-ı takdir bir duruştur. Tarihçe-i Hayat’ta şöyle diyor: ‘Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helal olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkum etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helal ettim. Adil kadere de derim ki; ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim... Ben maddi ve manevi her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-ı imaniye her tarafa yayıldı.’ İşte zor zamanlarda rıza böyle bir şey...
Bu büyük iman ve Kur’an davasının dünü, bugünü ve yarını arasında fark bulunmayan tek husus, her halde karşılaştığı ve ileride de muhtemel karşılaşacağı bela ve musibetler, sıkıntılar ve iftiralar neticesinde mahkumiyet ve mağduriyetler yaşanması, yaşanıyor olması ve ileride de yaşanacak olmasıdır. Bütün bunlara eyvallah diyecek ve asla nefsinden başkasını şikâyet etmeden rıza ufkunda yer almak için çırpınıp duracak civanmert bir kadroyu Allah her daim bu Hizmet Hareketi’nde tutmuştur. Onlar da selefleri gibi zor zamanlarda razı olmaktan ayrılmayacaklardır. İnşaallah.
Geldiğimiz bu noktada iki hususu arz ederek yazıyı noktalamak istiyorum. Birincisi: Türkiye’de bu meş’um hadiselerin başlamasından az sonra, tam dört yıl evvel, Ocak 2014’te, Hocaefendi’yi ziyaret ettiğimde, merak ettiğim en önemli soruyu, bu işler nereye kadar gider, Efendim diye zat-ı alilerine sordum. ‘Siz kâinatı Allah’ın idare ettiğine inanmıyor musunuz?’ deyince, ‘Tabii ki inanıyoruz, Efendim.’ dedim. Bunun üzerine ‘O’nun dediği yere kadar gider bu işler. Düne kadar Hizmetlerimize bunca fütûhat nasip eden Allah’tan hepimiz razıydık, O’ndan hoşnuttuk ve icraatından memnunduk. Şimdi bu sıkıntılar başlayınca Rabbimize kızacak ve şikayet edecek halimiz mi var. Haşa! Hayır ve şerri Allah yarattığına göre, kula düşen sadece O’nun emrine inkıyad edip sabretmektir. Tam da bu olaylar başladıktan sonra ben ‘Radıyna billahi Rabben’’i daha çok ve de içten okuyorum.’ dedi.
İşte zor zamanlarda razı olmanın büyük kametlerde böyle tezahür ettiğini, okuyarak değil de yaşayarak ilk defa ders almış oldum. Geriye dönüp baktığımızda, Hizmet Hareketi mensuplarının başlarına gelen bunca musibet ve belaların asıl sebebi; kaliteli müminlikle birlikte kaliteli hizmetlerde Allah’ın bizleri muvaffak etmesini çekemeyen Müslüman görünümlü münafıkların, devlet gücünü arkalarına alarak yaptıkları zulümden başka bir şey değildir. İşin tuhaf tarafına bakıldığında görülen manzara ise daha şaşırtıcıdır. Bugün bize zulmedenlerin pekçoğu, dün bize her türlü desteği verenlerin ta kendilerinin olmasıdır. Kader planına bakıldığında ise; Allah onları o gün hayırda kullanmıştı, bugün ise şerde kullanıyor. Yüz seksen derece değişen taraf onlardır. Hizmet Hareketi mensupları ise yerlerinde sabit kadem durmaktadırlar. Hem de çoğunluk itibarıyla hiçbir sarsıntıya maruz kalmadan, aktif sabır ve metanetle Allah’ın ihsan edeceği engin nusretini bekleyerek, imkânlar nisbetinde hizmetlerine devam ederek... Yarın birgün Türkiye’de işler düzelirse, Hizmet mensuplarının işlerine kaldıkları yerden vira bismillah deyip yeniden başlayacaklarından kimsenin şüphesi olmasın. Çünkü bu yol insanlığa hizmet için en doğru yoldur. Bu bir iman ve Kur’an davasıdır ve kıyamete kadar devam edecektir. Üstelik inayet-i ilâhi altındadır.
İkinci husus ise; biraz şahsî bir tasarruf olması itibarıyla fakire katılmayanlar kesinlikle mazurdurlar. Hocaefendi yaptığı konuşmalarında zaman zaman Hizmet Hareketi mensuplarının yaşadıkları bunca sıkıntılardan kendisini sorumlu tutarak vicdan azabı çektiğini gözyaşlarıyla dile getirmektedir. Bu Hocaefendi’nin kendi hassasiyetlerinin gereğidir. Yıllar önce Nuh Mete Yüksel’in açtığı davadan sonra bizlere ‘Allah benimle sizleri mahçup etmeyecek.’ demişti ve dava sonuçlanınca dediği gibi olmuştu. Bizler o gün de Hocaefendi’nin beyanına inanmıştık, bugün de inanıyoruz. O konuda bizlerde herhangi bir sarsılmanın yaşandığını hiç kimse müşahede edemez. Diyeceğim o ki; ben, Hocaefendi’den dün olduğu gibi bugün de razıyım. Hatta bugün daha çok razıyım. Cümle alem bilir ki, Hocaefendi’nin bendenizin iltifatlarına asla ihtiyacı yoktur. Fakat ben kendimi ondan razı ve hoşnut olduğumu söylemeye mecbur hissediyorum. Şeytanın ve nefsimin iğvasına kapılmamak için bilerek, inanarak ve de ısrarla dualarımı Hocaefendi’yi ismen anarak bitiriyorum. Bazan unuturum kaygısıyla, dua kitabıma bu ilaveyi yazarak şerh düştüm. Sadece sabah-akşam zikirlerine münhasır kalmadan, her ezanın arkasından da okuyorum. Zira düne kadar Hocaefendi’nin riyasetinde hizmet yapmaktan şeref duyduğum gibi bugün de aynı davada birlikte yargılanmaktan da o kadar şeref duymaktayım. Bunların hepsinin ötesinde, asıl beklentim ise ahiretle alakalıdır. Hele bir de orada bizlere sahip çıkarsa ne baht...
Radıytü billahi Rabben, ve bil’İslâmi dinen ve bi Muhammed’in (sav) nebiyyen ve bi Hocaefendi......., diyor ve ahd u peymanımı tekrar be tekrar yeniliyorum. Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, peygamber olarak Hz Muhammed’den (sav) ve başımızdaki Hocaefendi’den razıyım. Hoca efendi, kendisinin arandığı zor zamanlarında bizlere çok vefalı davranarak, risk alarak bizleri en beklenmedik yerlerde ziyaret edip vefasını göestermişti. Şimdi vefalı olma sırası bizde. Allah da ondan razı olsun, Sıhhat ve afiyet içinde hayırlı ve bereketli uzun ömürler ihsan etsin.
Amin.