Zindandan mektup!

Samanyoluhaber.com Yazarı Murat Çetin cezaevinden kendisine gelen mektubu okuyucularıyla paylaştı

SHABER3.COM

MURAT ÇETİN 

Türkiye gündemi yoğun. Belki de bu yoğunluk içinde Türkiye’de olan bitenle ilgili bir şeyler yazmalıydım… Bayram yeni bitti, yine buruk bir bayram yaşadık. Bir çok masum ve mazlum bayramı ailesinden uzak geçirdi. Kimisi ya bir zindan köşesinde ya da gurbet elde kutlamaya çalıştı burak bayramı. Bayram sonrasında sıkıcı ve bunaltıcı gündemden kısmen de olsa uzaklaşmak istedim. 

Küçüklüğümüz ve gençliğimiz rahmetli Necip Fazıl’ın “Zindandan Mehmet’e mektup” şiirini okuyarak geçti. Ve hala o muhteşem şiiri okuruz. 

“Zindan iki hece Mehmetim lafta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Birde geri adam boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed` im!
Kavuşmak mı? ... Belki... Daha ölmedim!” 

Aynen işte bu şiirde olduğu gibi ben de mektup aldım çok sevgili bir dostumdan. Bu hafta bu köşeyi O sevgili dosta bırakmak istiyorum. Tevekkül dolu bu mektup ümit ediyorum ki yaklaşan baharda bize bir nebze olsun teselli olur. Bana özel kısımlarını bir kenara bırakıyor ve mektubun kalan kısmıyla sizleri başbaşa bırakıyorum. 

“…….
Sevgili dostum, 
Sulh Ceza Hâkimliği mahkeme salonunda tutuklandığımı ve cezaevine götürüleceğimi duyduğumda, adliye binasının önünde beni bekleyen eşimin yüzündeki hayal kırıklığı, eve döndüğünde oğlumun hüzünlü hali, kızımın hiçbir şeyden habersiz tavırları gözümün önüne geliyordu. Düşünmemeye çalışıyor ama beceremiyordum. Mezar yerini andıran tutuklu nakil aracına adımımı atar atmaz içimi bir gam, bir kasvet kapladı. Göğsümde bir sancı doğdu, sonra o sancı bir ağrıya dönüştü. Sanki bir çift el boğazımı tutmuş, sıktıkça sıkıyor, yumruğunu karın bölgeme saplıyordu. Nefes alamıyordum. Alnımdan terler boşalmaya başladı. Ailemi kaybetmek, onlardan uzakta yaşamak zorunda kalmak, yaşayacakları maddi, manevi sıkıntılara ve gelebilecek tehlikelere karşı onları koruyamamak düşüncesi ölesiye korkutuyordu beni… 
Korkuyordum, gittiğim yerden hiç dönemeyeceğim, diye. 
Korkuyordum, eşimden, çocuklarımdan ayrı yaşlanacağım, diye. 
Korkuyordum, elimden alınan çalınan özgürlüğüm tekrar geri gelmeyecek diye. Korkuyordum, “nasılsa hayır yok” deyip, ümidi kesecekler benden diye. 
Korkuyordum, kırılacak sonunda sabrımın teli diye. 
Yaşadığım bu hayata alışmaktan, alışıp kanıksamaktan, kanıksayıp bıkmaktan, bıkıp umutsuzluğa düşmekten, umutsuzluğa düşüp hayallerimden vazgeçmekten korkuyordum. İhtimallerden korkuyordum. Gelecekten korkuyordum. Bu korku öyle güçlü bir duyguydu ki, her an durmaksızın zihnime akıyordu. Sadece zihnimi değil, adeta tüm bedenimi ele geçirmişti. Korku, yaşama güdüsünü çoğaltan bir duygu bana göre. Korktukça yaşama daha çok sarılıyor ya da yaşama sarıldıkça daha çok korkuyordum. Korkularımı gidermek ve biraz olsun rahatlamak için iç sesimin söylediklerini dinlemeye başladım.

- “ Ey birader! Bunca vesvese bunca keder niye? Ahirette vereceğin hesap yaklaştıkça çekebileceğin kadar çile çekmeye bak. Yanmaya giderken ıslanabileceğin kadar ıslanmaya bak. Belki bir daha böylesine yağan yağmur göremezsin. Belki bir daha böylesine zorluklarla imtihan edilemezsin. Hasat zamanında heybeni doldurmaya çalış. Bırak sebeplerin sonuçlarını, sonuçların sebeplerini. Hepsi Rabbin tarafından yaratılmadı mı? O halde ne fark eder senin için. Sen esas şu sorunun cevabını ver: Yüreğin ne kadar geniş?”

Yüreğimi yokladım. Eşime ve çocuklarıma duyduğum sevginin saflığı ve duruluğu boğazıma hasret olup düğümlendi. Hala korktuğumu fark ettim. Korkmak istemiyordum ama korkmamaya da cesaretim yoktu. Yüreğimi genişletmek ve gelecekle ilgili bütün korkularımı yenmek istiyorum. Korkularımı yenmek için de gelecekle ilgili planlar yapmak, bir yol haritası çizmek zorundayım. Bunun için de ayaklarımın yere sağlam basması gerekiyor. Ayaklarımın yere daha sağlam basması için de iddianamenin hazırlanması ve benim dışımda gelişecek konularla ilgili de bilgi sahibi olmalıyım. Böyle durumlarda durumu değiştiremeyeceğini bilse de insan, hep bilmek ister. Bilmek, bir anlamda kendini en kötü sona hazırlamak bakımından önemlidir. Gelecekle ilgili korkularımı azaltan tek şey; ne kadar sıkıntı, stres ve zorluk yaşarsak yaşayalım, çeşitli ekonomik ve sosyal çalkantılarla yüzleşirsek yüzleşelim, aile yapımızın güçlü olması nedeniyle dimdik ayakta kalabileceğimize, çok zor durumda kalsak bile, aile içi dayanışma sayesinde zorlukların üstesinden gelebileceğimize olan inancım. Çünkü aileme ve onların desteğine güveniyorum. Ailem için, suçsuz günahsız olduğum halde beni buraya atanları ve atılmama vesile olanları çatlatacak kadar uzun yaşamaya çalışacağım. Onlar öldükten sonra, arkalarında kara bir bulut halinde bir nefret bırakacaklar. Ben öldükten sonra, bu gökyüzünün altında vatanımda, memleketimin namuslu insanlarına, eşime ve çocuklarıma karşı duyduğum sevdanın aydınlığı, ışıl ışıl yanmaya devam edecek.


Ayrıca, asıl önemli olanın, ilk bakışta fark edilmeyeni fark etmek, ilk bakışta görünmeyeni görmek olduğunu biliyorum. Bilmediğini göremezsin. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında acele karar vermekten kaçınmalıyım. Anımsadıkça geleceğe dair korkularımın azaldığını, ümidimin, beklentilerimin ve motivasyonumun arttığını hissettiğim, ifade etmek istediğim duyguyu iyi aktarabileceğini düşündüğüm bir öykü takıldı düşüncelerime… 


Bir köyde çok fakir, yaşlı bir adam varmış. Dillere destan beyaz bir atı varmış. Kral atı için çok fazla altın teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyatın başına toplanmış.

- “ Seni ihtiyar bunak…  Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın” demişler. İhtiyar:
- “ Karar vermek için acele etmeyin, sadece at kayıp deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.

Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama on beş gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, kendisi gibi güzel on iki vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. 

- “ Babalık, sen haklı çıktın. Atının kaybolması adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir sürü yağız atın var,” demişler.
- “ Karar vermek için gene acele ediyorsunuz” demiş ihtiyar. “ Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç…”

Köylüler ihtiyarla dalga geçmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta yatacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara…

- “ Bir kez daha haklı çıktın, bu atlar yüzünden tek oğlun uzun süre yürüyemeyecek. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın,” demişler. İhtiyar:
- “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz.  O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı, gerçek bu. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı asla size bildirilmez,” diye cevap vermiş.

Birkaç hafta sonra düşmanlar, kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü giden gençlerin ya öleceğini, ya da esir düşeceğini herkes biliyormuş. Köylüler, yine ihtiyara gelmişler:

- “Gene haklı olduğun kanıtlandı,” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer…
- “Siz erken karar vermeye devam edin,” demiş ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimse bilemez. Bilinen tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.”

Selam ve dua ile bütün dostların bayramını kutlarım…..
ÖNE ÇIKAN HABERLER