Niyazi Sanlı, Osta Asya hatıralarında Üstad’a sahip çıkan Tatarlardan şöyle bahsediyor:
Kostroma’ya gidecektim ama nasıl?.. Ne tanıdığınız biri ne de bildiğimiz bir isim vardı. Bana verilen bilgiler arasında sadece Tatarların yaşadığı Saboda bölgesinin adresi vardı. Olsun, karar vermiştim bir kere, içimdeki aşk ateşi bir türlü dinmiyordu. Bir yolunu bulup gidecektim...
Rus kütüphanelerini araştırmaya başladım. Bulduklarım arasında; Kostroma’yla ilgili birkaç bilgi kırıntısı, çekilmiş fotoğraflar, hatta bu fotoğraflar içerisinde Bediüzzaman’ın 2 yıl 8 ay 14 gün esir kaldığı Tatar Camii’nin resmi de vardı. O caminin mollasının ismi ise Molla Takuyiddin idi.
2 yıl 8 ay 14 günlük esaret! Dile kolay, uzak Kuzey Sibirya’da eksi 60’lara varan soğukta, yazda beyaz gecelerin, kışta siyah gündüzlerin yaşandığı Volga kıyısında geçen 2 yıl 8 ay 14 günlük esaret!
Üstadın dilinden Kostroma’yı öğrenmek lazımdı. Eserlerinde kısa da olsa bahsetmişti çünkü Üstadımız.
DOKUZUNCU RİCA
Harb-i Umumîde, esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga Nehrinin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehrinin kenarındaki küçük camie aldılar.
Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi gören ihtiyardır. Güya sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı, uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi.
O hâlette iken, Kur’ân-ı Hakîmden imdat geldi. Dilim dedi. Kalbim de ağlayarak dedi:
Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:
Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!
diye dostları arıyordu.
Her neyse... O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.
Kostroma’da bulunduğum günlerde Ayşe teyze anlatmıştı. Ayşe teyze aynı zamanda 1915’li yıllardaki Tatar Camii’nin Mollası Takuyiddin Efendi’nin de torunu idi:
Benim dedem Üstad ile çok yakın idi. Her akşam oturup sohbet ederlerdi. Ben dokuz yaşlarındaydım. Bazı akşamlar beni de götürür, mescidin odasında bir köşeye bırakırdı; ben de konuşmaları dinlerdim. Said Nursi bana bakarak gülümser, bazen de üzüm kurusu verirdi. Dedem anlatmıştı. Bir gün Said Nursi, artık ben Türkiye’ye dönmek istiyorum, dedi. Dedem de, vakti değil, ben vakti gelince söyleyeceğim, dedi. Bir gün yine mescide geldik. Üstad yoktu. Dedem bana, o gitti, kimseye söyleme bir gün geri gelecek, demişti. O gelmedi ama 60 kusur yıl sonra onun talebelerinden birisi çıka geldi. Rabbimin nimetine bak, dedi.