Abdullah Aymaz / Samanyoluhaber.com
“Ruhumuzun Heykelini İkame Ederken” başlıklı yazısında M. Fethullah Gülen Hocaefendi, diyor ki:
“Mirasçının yedinci vasfı, RİYÂZÎ DÜŞÜNCEDİR. Bir dönemde Asya’daki ilkler, daha sonra da batı, RÖNESANSINI riyazî kanunlarla düşünme sayesinde gerçekleştirdi. İnsanlık, tarihi boyu pek çok belirsiz ve karanlık şeyleri sayıların sırlı dünyasında keşfedip ortaya çıkarmıştır. Hurûfilerin ifratkâr davranışları bir yana, matematik olmayınca ne eşyanın ne de insanın birbirleriyle münasebetlerini anlamak mümkün değildir. O, kâinattan hayata uzanan çizgide bir ışık kaynağı gibi yollarımızı aydınlatır, bize insan ufkunun ötelerini, hatta düşünülmesi taşınılması çok zor imkân âleminin derinliklerini gösterir ve bizi ideallerimizde buluşturur.
“Ne var ki, riyâzî olmak, matematikle alâkalı şeyleri bilmek değildir; o, matematiği kanunları ile düşünmek, insan düşüncesinden varlığın derinliklerine uzayan yolda sürekli onunla beraber olmaktır. Fizikten metafiziğe, maddeden enerjiye, cesedden ruha, hukuktan tasavvufa hep onunla beraber olmak. Evet varlığı tam kavrayabilmek için hem tasavvufî düşünce, hem ilmî araştırma çifte usulünü kabul etme mecburiyetindeyiz. Batı temelde, kendinde olmayan bir cevherin yerini doldurmada oldukça zorluk çekmiş ve bu ihtiyacı bir ölçüde mistisizme sığınarak karşılamaya çalıştı… her ne zaman İslâm ruhuyla içli-dışlı olmuş bizim dünyamız için, yabancı herhangi bir şey aramaya veya herhangi bir şeye sığınmaya ihtiyaç yoktur. Bizim bütün güç kaynaklarımız düşünce ve iman sistemimizin içinde vardır; elverir ki, o kaynağı ve o ruhu ilk zenginliğiyle kavrayabilelim… o zaman, varlık içindeki bir kısım sırlı münasebetleri ve bu münasebetlerin âhenkli cereyanını görecek ve herşeyi daha bir değişik temâşa ve zevk irfanına ulaşacağız.”
Üstad Bedizzaman Hazretleri, bir zatı iknâ hususunda riyâzî düşünceyi nasıl kullandığını şöyle izah ediyor:
“Bir zaman –Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onunla beraber bir akşam vakti İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyüb’e gitmeye mecburuz. Israr ettim. Dedi: ‘Korkuyorum; belki batacağız.’ Ona dedim: ‘Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?’ Dedi: ‘Belki bin var.’ Dedim: ‘Senede kaç kayık batar?’ Dedi: ‘Bir –iki tane; bazı sene de hiç batmaz.’ Dedim: ‘Sene kaç gündür?’ Dedi: ‘Üçyüz altmış gündür.’ Dedim: ‘Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üç yüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan, insan değil, hayvan da alamaz.’ Hem ona dedim: ‘Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?’ Dedi: ‘Ben ihtiyarım; belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.’ Dedim: ‘Ecel gizli olduğundan, her bir günde ölmek ihtimali var. Öyle ise, üç bin altı yüz günde, her gün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üç yüz binde bir ihtimal değil, belki üç binden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir. Titre ve ağla, vasiyet et” dedim. Aklı başına geldi; titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: ‘Cenab-ı Hak korku damarını hayatı korumak için vermiş, hayatı tahrip için değil. Ve hayatı ağır, müşkül elîm ve azap yapmak için vermemiştir. Korku, iki, üç, dört ihtimalden bir ihtimal olsa, hatta beş altı ihtimalden biri olsa, ihtiyatlıca bir korku meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile korkmak evhamdır, hayatı azaba çevirir.” (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Kısım)
Fıtratta fıtrî olarak riyazîlik cereyan ediyor. Kainatta en küçükten en büyüğe her şey riyazî hesaplarla ölçülü biçimli yaratılmış ve hareketleri ayarlanmış. Arılar âlemine girecek olursak mesela; önce keşif arıları gider incelemesini yapar; bal özünün kalitesi nedir? Toplamayan değer mi? Bir de mesafe ne kadar? Hepsini riyazi olarak hesaplar. Toplamaya gidecek olanlar da benzini hesaplı alan vasıtalar gibi besinlerini ona göre alırlar. Fazla alırlarsa ona göre fazla bal özü ve polen getiremezler. Onun için riyazi dengeyi ona göre hesaplamaları gerekir…
Üstad Hazretleri Birinci Şua’da şöyle diyor:
“Beşincisi: Riyazî ilimlerin âlimlerinin, rakamların münasebeti içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları bu tevafuklu hesabın cinsindendir. Hatta eşyanın fıtratında Cenab-ı Hak, bu hesabî tevafuku bir düstur-u nizam ve bir birlik, insicam ve âhenk kanunu… ve bir tenâsip ve ittifak vesilesi… ve bir güzellik ve ittisak (bir nizam dahilinde sıralanmak) prensibi yapmış. Mesela, nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, sinirleri, kemikleri hatta hücreleri, gözenekleri, hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevâfuk… ve istikbal baharlarının da, mâzi baharlarına Cenab-ı Hakkın iradesini gösteren sırlı ve az farkla uygun düşmeleri, muvafakatları, tevafuk etmeleri, Cenab-ı Hakkın bir ve tek olduğunu gösteren kuvvetli bir vahdaniyet şâhididir.
“İşte madem bu cifrî ve ebcedi tevafuk, ilmî bir kanun, riyazî bir düstur ve fıtrî bir prensip ve edebî bir usül ve gaybi bir anahtar oluyor. Elbette ilimler menbaı, sırlar madeni ve fıtratın tekvînî (yaratılış) ayetlerinin tercümanı ve edebiyatın en büyük mucizesi ve gaybın lisanı olan mucizeli beyan Kur’an, o tevafukî kanunu, işaretlerinde istihdam ve istimal etmesi mucizeliğinin gereğidir…”
İşte Kainatta ve Kur’an’da geçerli olan bu riyazîlik hakikatı elbette yeryüzü mirasçılarının da bir vasfı olacaktır… Hocaefendinin dediği gibi riyazî düşüncenin gelecekte büyük yankıları olacaktır…