Abdullah Aymaz / Samanyoluhaber.com
Yeryüzü mirasçısının sekizinci vasfı sanat düşüncesidir. Fakat “Şimdilik belli mülâhazalara binaen Jülvern gibi: “Bir kısım çevreler bizim kriterlerimiz içinde henüz böyle bir yolculuğa hazır değiller” deyip böylece bu mütâlaamızı da noktalıyoruz.” diyen M. Fethullah Gülen Hocaefendinin sanat düşüncesinden maksadının, tecrid sanatı olduğunu düşünüyoruz.
Üstad Hazretleri de eski eserlerinde gölgeli ve gölgesiz suretlerden yani heykel ve resimlerden bahsederken diyor ki: “Memnû (İslamiyetin yasakladığı) heykel, suretler: Ya zulm-ü mütehaccir (taşlaşmış zulüm) ya mütecessid (cesetleşmiş) riya, ya müncemid (donmuş) hevestir. Ya tılsımdır: Celbeder o habîs (kötü) ruhları.”
Evet, Nemrutların Firavunların ve sırf işgal için kan döken meşhurların heykellerine bakacak olursak, bunların işlenen zulüm ve cinayetlerin taş kesilmiş şekilleri yani mânâdan maddeye dönmüş suretleri olduklarını görürüz. Bu zâlim ve gaddarları alkışlayanlar, heykellerini dikerek bir de zulüm temsilcilerinin hatıralarını ebedîleştirmek istemişlerdir. Hem de heykelim dikilsin diye zâlimliğin böylece reklam ve teşviklerini de yapmışlardır…
Bu heykellerin bir kısmı da riyâkarlığın ceset giymiş şekilleridir. Hem de mûrâîliğin reklam ve teşvikçileridir. Yani bir işi, Allah için, fazilet için yapacaklarına kendi heykeli dikilsin diye yapan insanlar veya birinin gözüne girmek, yaranmak ve yaltaklanmak için birilerini heykellerini dikenler işte bu riyakârlığın tam göbeğinde bununanlardır… İslâmiyette zulüm haram olduğu gibi, mürailik, gösteriş ve riyakârlık da haramdır, yasaktır.
Müncemid yani donmuş heves olan heykeller de müstehcen görüntülü, çoğu çırılçıplak heykeller bilhassa kadın heykellerdir. İnsanları şehevîliğe, hâya ve edepten mahrum hallere sevk ve teşrik ederler. Hâya imandandır. “Hâyâyı ortadan kaldırdıktan sonra dilediğini yapabilirsin” şeklinde ikazlar vardır. İnsan edepten sıyrılınca, insanlıktan da uzaklaşır. Behîmî arzularının peşinde koşanların konum ve durumları bellidir. Helal dairesini gösteren İslamiyet, haram dairesinin de kırmızı çizgilerini göstermiştir. İnsanyet-i kübra olan İslamiyetin çizgilerinin dışına, şehvet ve heveslerine uyarak çıkan ve taşanlara Kur’an-ı Kerim, “Bel hüm adall” yani “Hayvandan da aşağı” damgasını vurmuştur. Onun için Kur’an’ın edebî ve edebli, iffetli ifadeleri, sâfî zihinleri idlâl edecek, zihinlerde kötü çağırışımları tetikleyecek söz ve kelimeden ârîdir, berîdir.
Bir kısım heykeller de, tılsım gibi habis ve şeytanî ruhları celbettiği için İslamiyette yasak kapsamına alınmıştır.
Üstad Hazretleri, tecrid sanatı yerine bâtılın tasvirini yapan edebiyat anlayışların tenkidini de şöyle yapmaktadır:
“Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte (iffetsiz, düşkün kadın) fistanını giydirmiş, hüsn-i mücerred (saf güzellik) tanımaz.
“Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktirisi (kadın sinema ve tiyatro oyuncusunu) okuyucuya, seyirciye ihtar eder. Zâhiren ‘Sefâhet (zevk ve eğlence düşkünlüğü) fenadır, insanlara yakışmaz.’ der. Zarar veren neticeyi gösterir. Halbuki (bâtılı tasvir ederek) sefâhete öyle teşvikkâr bir surette reklamcılıkta bulunur ki, ağızların suyunu akıtır, artık akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, kötü heves ve arzuları heyecana getirir, his daha söz dinlemez…
“Kur’an’daki edep ve edebiyat ise, hevâyı (kötü ve günah olan şehevî arzuları) karıştırmaz. Hak-perestlik hissi, hüsn-ü mücerred (saf ve soyut güzellik) aşkı, cemâl-perestlik zevki hakikat-perestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
“Kainata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir İlahî sanat Rahmanî bir boya noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz. Marifetullahın nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir…
“Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor. Fakat birbirine benzemez. Avrupazâde edebse, (edebiyat ise), ahbabsızlıktan sahipsizlikten ileri gelen gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez. Zira sağır tabiat, hem de kör kuvvetten ilhamını aldığı gamlı bir hüzün hissidir; âlemi bir vahşet yeri tanır, başka çeşit göstermez. O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabanîler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz. Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada, inkâra kadar gider, tatile, inançsızlığa kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.
“Kur’an’ın edebi (edebiyat) ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkâne hüzündüri yetimâne değildir. Ahbablardan ayrı olmaktan gelir, yoksa ahbabsızlıktan gelmez. Kainatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli İlahî bir sanat onun söz konusu, tabiattan bahsetmez. Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli, İlahî bir Kudrettir ona beyan vesilesi. Onun için kâinat ıssız, yabanî bir suret giymez. Belki mahzun muhatabın nazarında oluyor, bir dostlar topluluğu. Her tarafta birbirinin ihtiyacına cevap vermeleri, her cihette sevgi muhabbetler; ona sıkıntı vermez. Her köşede, ülfet ünsiyet, cana yakın samimi sıcak yakınlıklar… O cemiyet içinde mahzunu iştiyak ve arzu dolu bir hüzün kaplıyor… Ulvî bir his verir, gamlı bir hüznü vermez.
“İkisi birer şevki de verir. O yabanî edebiyatın verdiği bir şevk ile nefis heyecana düşer, kötü duygular ortalığı kaplar; ruha ferah veremez. Kur’an’ın şevki ise: Ruh düşer heyecana, yüce ve yüksek bir şevk verir. İşte bu sırra göre, Muhammed Aleyhisselamın şeriatı, lehviyatı (meşru olmayan oyun ve eğlencesi) istemez. Bazı oyun ve eğlence âletlerini, yasaklayıp bir kısmına da helâl diye izin verip… Demek: Kur’anî hüzün veren veya Kur’an’a duyulacak arzu ve özlemi uyandırıp tetikleyen âlet, zarar vermez. Eğer ümitsizlik ve karamsarlık hüzün veya nefsanî şehevanî hüzün verse, âlet haramdır. Şahıslara göre değişir, herkes birbirine benzemez.”
Yeryüzü mirasçıların sanat anlayışları da işte bu ölçülere göredir.