Ağcakulu'nun Ahvalnews'te yayımlanan son yazısı 'Yeni Türkiye düzeni ve Muhaberat Devleti' başlığını taşıyor.
Türkiye üniter bir devlettir. Üniter devlet ise “merkezi idarenin üstünlüğü” esasına dayanmaktadır. Burada, “devletin merkezi nedir veya neresidir” sorusunu sormak gerekiyor.
Her üniter devlette olmasa da Türkiye gibi bazı üniter devletlerde yasama, yürütme ve yargı gibi müesseselerin yanında, bunların üstünde ve bunları gizli bir el şeklinde yöneten, yönlendiren veya en azından etkileyen bazı kurumlar da bulunabilmektedir. Bu kurumlara bazen “devlet”, bazen de “derin devlet” denir.
Bu tür devletlerin gizli bir anayasası vardır ki buna “kırmızı kitap” denir. Türkiye’nin kırmızı kitabı “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi”dir. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi sadece bilmesi gerekenlerin bildiği, uyguladığı ve bilmeyen herhangi bir kimsenin de sormaya veya itiraz etmeye cesaret etmediği gizli anayasadır.
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni kimler veya hangi kurumlar yazıyorsa, devleti asıl yöneten merci orasıdır. Kırmızı kitabın olduğu yerde “kırmızı çizgiler” ve “kızıl elmalar” da bulunur ve toplumlar bilmedikleri meçhullere kürek çekip, sürüklenirler.
Üniter olan yapı, federal olan ile birlikte evrensel olana da karşıdır. İmparatorluklar üniter devletler olmadıkları halde, Osmanlı Devleti gerileme ve yıkılış dönemi ile beraber, özellikle İkinci Mahmut’un merkezileştirme programını uygulamasıyla, tıpkı üniter devletler gibi bir merkezden idare edilmeye başlanmıştır.
Bu durum sanıldığının aksine devletin ömrünü uzatmamış, bilakis yıkılışını hızlandırmıştır. Osmanlı Devleti’nde devletin merkezi saraydır. Bu merkez önce Topkapı Sarayı idi, sonra Yıldız Sarayı’na taşındı. Saray demek her şey demekti. Yasama, yürütme ve yargının merkezi Saray’dı.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ise devletin merkezi, Saray’dan, (Türkiye) Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) taşınmıştır. “İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder” demek suretiyle devletin merkezinin TBMM olduğu vurgulanmıştır, 1921 Anayasasında.
Cumhurbaşkanı’nın ikamet yeri olan Çankaya Köşkü’nün kurulması ile birlikte, köşkün etkinliğinden söz edilse bile devletin asıl merkezinin TBMM olarak kaldığını söyleyebiliriz. Bu durum 1960 yılına kadar böyledir.
1923 ile 1950 yılları arasında devletin merkezi olan TBMM’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) mutlak hakimiyeti vardır. Devletin merkezini farklı düşünen odaklara kaptırmak istemeyen CHP, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kapatıp, Türkiye Komünist Partisi’ni yasaklamıştır.
Devletin merkezindeki “Tek Parti” iktidarı ile devleti dilediği gibi idare etme kudretini elinde tutan CHP, partinin ambleminde şekillenen partinin altı ilkesini (okunu), 1937’de Atatürkçülük olarak Anayasaya koymak sureti ile devletin istikametini de tayin etmiştir.
1950-60 yılları arasında TBMM’de ezici çoğunluğu elde eden Demokrat Parti, aynı zamanda devletin merkezini ele geçirmiş oldu. CHP’nin kontrolündeki TBMM’yi, TSK’nın milliyetçi ve sekülerleştirici ideolojisine tehlike olarak görmeyen askerler, karşılaştıkları bu yeni durum karşısında devletin merkezini güvenli bir yere taşımak için 27 Mayıs Darbesini yaptılar.
Darbe ikliminde yazılan yeni Anayasa ile Milli Güvenlik Kurulu (MGK) oluşturan askerler, bu vasıta ile devletin merkezini kendi kontrollerine aldılar. 1960 ile 2003 yılları arasında devletin merkezi, askerlerin verilen kararlarda belirleyici oldukları MGK’dır.
İktidara geldiği günden itibaren devletin merkezini yeniden dizayn etmeye ve kontrol altına almaya çalışan Erdoğan, buraya saldırılarını 2010 yılından sonra daha da sistemli hale getirdi. 2003 yılında yapılan Anayasal düzenlemeler ile Kurul üyelerinin sayısı 10’dan 15’e çıkarmak sureti ile (AKP’li) sivillerin etkinliğini arttırmaya çalıştı.
Erdoğan’ın bu saldırıları Avrupa Birliği’ne uyum, demokratikleşme ve askeri vesayeti kırma reformları olarak tanıtıldı bizlere. Aslında bu bir olta idi ve çoğu kimse bu oltayı yutarak Erdoğan’a destek verdi. Bir taraftan sözde reformlar (sözde dememin sebebi, yapılan reformların çok kısa bir süre sonra bizzat Erdoğan tarafından itlaf edilmeleridir) ile gözler bağlanırken, diğer taraftan yeni bir devlet merkezi kurmak ve böylece ilelebet Erdoğan’ı koruyacak zırhlar oluşturmak için çalışmalar yürütüldü.
Bir yandan askeri vesayeti kırma şeklinde lanse edilen operasyonlar ile TSK kımıldayamaz hale getirilirken, diğer yandan Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT), hem yapılan atamalar ile hem de verilen yeni yasal yetkiler ile adeta alternatif bir devlet merkezine dönüştürüldü. 2010’da Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarı olarak atanması yeni düzenin ilk hamlesidir. Buna paralel olarak Hulusi Akar’ın 2011’de Genelkurmay Başkanı (GKB) II. Başkanı ve 2013’te teamüllere aykırı olarak Kara Kuvvetleri Komutanı olarak atanması ile Erdoğan iki kurum üzerinde eşgüdümü sağlayarak Türkiye’nin merkezini değiştirme çalışmalarına hız vermiştir.
MİT’i devletin merkezine dönüştürme çalışmasının ilk operasyonu Roboski Katliamıdır. 34 vatandaş MİT’in verdiği yanlış istihbaratı sonucu, terörist zannedilerek F-16 savaş uçakları ile bombalanarak öldürüldü. TSK tarihinin en büyük itibar kayıplarından biridir bu. Kendi vatandaşlarını bombalayan ordu olma talihsizliği. Bazen aklıma gelir; “devletin merkezini ele geçirmek isteyen MİT, TSK’ya tuzak mı kurdu?” diye. PKK tarafından esir alınan 13 güvenlik görevlisinin 10 Şubat 2021’de başlayan Gare operasyonu sonucu ölü ele geçirilmesini de aynı kategoride değerlendirmek yanlış olmamalıdır. TSK’ya yeni bir tuzak kurulup kurulmadığı araştırılmalıdır, Roboski ile beraber elbette.
2012’de Genelkurmay Başkanlığı’na ait Genelkurmay Elektronik Sistemler Komutanlığı MİT’e devredildi. Türkiye’nin en yüksek kapasiteli istihbarat ve dinleme üssünün MİT’e bağlanması ile bir bakıma TSK’nın gözlerine mil çekilmiştir. Bu hamleyi Türkiye’deki polis ve jandarma gibi tüm istihbarat kurumlarının MİT Müsteşarı başkanlığındaki Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu’na fiilen bağlanması ile artık Türkiye’de MİT dışındaki bütün güvenlik birimleri, haberalma/toplama ve operasyon yapma yeteneği elinden alınmamış olsa da devlet içinde MİT’ten habersiz kimsenin kuş uçuramaması sağlanmıştır.
Binaenaleyh 2014’ten başlayarak peyderpey, suç işlese bile, MİT personeli ile ilgili soruşturma yapmak, yargısal eylemlerde bulunmak imkânsız hale getirilmiş ve böylece hiçbir kurumda bulunmayan bir zırh giydirilmiştir. Örnek vermek gerekirse, 15 Temmuz Darbe girişimi için TBMM’de kurulan araştırma komisyonu, darbeyi önceden ihbar eden ve kadrosu hemen MİT’e aktarılan bir binbaşıyı ifadeye çağıramamıştır.
TBMM’nin bile adını ağzına almaya korktuğu bir kuruma kim, nasıl dokunabilir? Eskiden askerlerin böyle bir konumu vardı. Kimse askerlere yönelik bir eleştiriye veya soruşturmaya cesaret edemezdi. Ama TSK'nın kendi Askeri Mahkemeleri gerekeni yapardı. MİT’in bünyesinde bir yargılama müessesesi de yoktur.
Devletin merkezinin nasıl değiştiği görülüyor sanırım. Artık devletin merkezi TSK’dan MİT’e taşınmıştır diyebiliriz. Çünkü hiç kimse, sıradan bile olsa, bir MİT mensubuna dokunamazken, astsubayından generaline kadar herhangi bir TSK personelinin evi sabah 5’te polis tarafından, kameralar eşliğinde, basılabilmektedir. Sanırım Akar’ın neden Erdoğan tarafından seçildiği anlaşılmıştır. Bir de 15 Ocak 2021’de yazdığım makalede de belirttiğim TSK'nın ağır silahlarının MİT’e devri meselesini de bunlarla birlikte değerlendirmekte fayda vardır.
MİT’in Yeni Türkiye’nin devlet merkezi olması ile beraber devlet ile ilgili bütün kararlar bu kurumda alınmaya başlandı. Genelkurmay Başkanı’nın kim olacağından bir astsubayın alımına, üniversiteye kimin rektör olacağından bir araştırma görevlisinin atamasına, kredi verilecek esnaftan ihale verilecek şirketlere, sendikal hareketlerden iktidar veya muhalefetteki siyasi faaliyetlere varıncaya kadar devletin elinin değdiği bütün işlemlerde MİT karar verici konuma yükselmiştir. Her şeyin altında Erdoğan imzası olsa bile, karar verme sürecinde belirleyici olan MİT’tir.
AKP’nin seçim zamanlarında adayların temiz kağıtlarını MİT verirken, muhalefet bile yeri geldiğinde MİT’e müracaat edebilmektedir. En son Meral Akşener kendi il başkanının temiz kâğıdı için MİT’e başvurmuştu. Eskiden askerlerin yaptığı gibi şimdi de MİT bir taraftan eski ve yeni siyasi partileri dizayn ederken (CHP ve MHP’nin kaset operasyonları ile yeniden dizayn edilmelerini hatırlayın), diğer taraftan sosyal, sivil ve dini organizasyonları kontrolü altına alıyor. (Yine 23 Mayıs 2019’da yazdığım “Diyanet’in gizli raporu ve cemaatleri bitirme planı” adlı makaleye bakabilirsiniz.)
Her ne kadar bu işlemler Erdoğan’ın iradesi ve hanedanını ilelebet koruma güdüsü ile yapılmış olsa bile, devletin yeni merkezinin TSK’dan, TBMM’ye değil de MİT’e taşınmasında, iki temel faktörün etkili olduğunu düşünüyorum. TBMM’de Kürtlerin, TSK da ise Gülencilerin etkili olmasının belirleyici olduğu kanaatindeyim.
Böylece devleti bir şekilde ele geçiren İttihatçı zihniyet (buna derin devlet diyebiliriz) devleti halktan kaçırmakta ve iktidarlarını sürdürmenin yollarını aramaktadırlar. Binaenaleyh Türkiye’nin kuruluş temelleri olan milliyetçilik ve sekülerliğin korunacağını düşünüyorlar. İslamcı Erdoğan ile ortaklıkları ise Kürtlerle ve Gülencilerle mücadele ettiği sürece devam edecek ve onu da hedeflerine ulaştıklarında bir çuvala koyup dehrin deresine atacaklardır.
Yeni Türkiye artık bir muhaberat devletidir. Mezkur bütün eylemleri devletin merkezi, hatta devletin kendisi olmak için yapan Erdoğan, kendisi için hazırlanan çuvalı fark ederse ne olur? Erdoğan, devletin merkezine taşıdığı MİT’in, aslında mücadele ettiği güçlerin eline geçtiğini fark edince ne yapar? Çatışır mı?
Hep beraber göreceğiz.
Ali Ağcakulu / Ahvalnews