Şinâsî, muvakkat bir yeisle, “Eder isyanıma gönlümde nedamet galebe / Neyleyeyim yüz bulamam ye’s ile affım talebe.” der. Daha sonra bu sözü yanlış bularak şunları ilave eder:
“Ne dedim!.. Tevbeler olsun, bu da fi’l-i şerdir,
Benim özrüm günahımdan iki kat beterdir.
Nur-u rahmet niye güldürmeye rûy-u siyahım,
Allah’ın mağfiretinden de büyük mü günahım!..”
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbet etmek üzere koltuğa yürürken Şinasî’nin bu sözlerini hatırlattı ve haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:
Velî, vekîl, yardımcı olarak Allah yeter!..
Hiçbir şey, Allah’ın rahmetinden daha büyük olamaz. Cenâb-ı Hak, “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) buyuruyor. Arzı, semayı, dünyayı, ukbâyı; insanı, hayvanı, cemâdı, meleği, ruhânîyi… İlahî rahmet her şeyi kaplamıştır.
Besmele’de, lafz-ı celâle’den sonra “er-Rahman”, “er-Rahîm” geliyor. Ayrıca, Allah, “Raûf” diyor, “Atûf” diyor, “Latîf” diyor, “Hannân” diyor, “Mennân” diyor; esmâ-i İlahiyesini ifade buyuruyor; meseleyi sıfât-ı Sübhâniyesi ile irtibatlandırıyor. Böylece bizleri kat’iyyen ye’se düşmemeye de çağırıyor.
Esbâb bi’l-külliye sukût etse, elimizi atacak, tutunacak hiçbir şey kalmasa, yine “Dost ve koruyucu olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/45); “Kendisine dayanılıp güvenilecek ve bütün işlerin havale edileceği (vekil) olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/81); “Bir yardımcı olarak elbette Allah yeter!” (Nisâ, 4/45) fehvasınca, veli olarak O (celle celâluhu), vekil olarak O, yardımcı olarak O, yeter! “Artar” demeyin, “yeter!” Her şeye yeter!..
Böyle bir mülahazanın içine itilme, bazen o mevzuda imtihandır. O’na karşı tavır ve davranış imtihanında kazanır mıyız, kayıp mı ederiz; elenip gider miyiz, yoksa kalburun üstünde mi kalırız?!. İnsanlar için çok sırlı bir imtihan… Bazıları sarsılır; sarsıntı ölçüsünde imtihanı kaybederler. Bazıları “Artık her şey bitmiştir!” der, bir ölçüde imtihanı kaybederler. Bazıları bütün bütün yıkılır gider, imtihanı kaybederler. Bazıları “Galiba burada yaşamak daha rahat!” deyip zalim cepheye iltihak ederler; onlar, bütün bütün kaybederler; dünyada cezasını görür, âhirette de dünya kadar insanın hesabını verme mecburiyetinde kalırlar. Derecesine göre kayıplar yaşanır, kazanımlar yaşanır, bu türlü konularda, kadîmden bu yana.
Hak yolda maruz kaldığınız mağduriyetler ebedî saadet vesileniz olacak ve âhirette onları tatlı birer menkıbe şeklinde birbirinize anlatacaksınız!..
“Göreceksin ki âdet-i İlahî değişmez!” diyor M. Âkif. “Mazilere in mahşer-i edvarı bütün gez / Kânun-i İlahi, göreceksin ki, değişmez.” Hiç değişmemiş âdet-i Sübhâniye… İnsanların kıvamı için, öbür tarafa kesb-i liyakat etmeleri için, öbür âlemdeki şekillenmenin esasını/esas unsurlarını oluşturmak için…
Bu hakikati görebilen, İlahî Kelam ile beraber kainatın ve hadiselerin dilini okuyabilen insan, ne zuhurlara, ne tecellilere şahit olur; imrenir, daha bir şahlanır, “Yol ne güzelmiş!..” der. Ne ayağına batan dikenden dolayı “Off!” der, ne başına inen balyozdan dolayı “Puff!” der; o hep “Ohh!..” der, yürür yoluna. Hep “Ohh!..” der çünkü hedefte öyle bir şey vardır ki!..
Bunların hepsini öbür dünyada bir kısım menkıbeler şeklinde anlatıp birbirinizi eğlendireceksiniz. O hâle gelecek çekilen sıkıntılar, ızdıraplar, elemler. “Şunlar da vardı!” diyeceksiniz ve güleceksiniz. Lağv ve lehv yok fakat neşe ile güleceksiniz. “Allah Allah! Mızrak sapladılar sinemize, iğne batırdılar ayağımıza, balyoz vurdular başımıza; sahur vakti evimizden aldı zulmettiler, zindana koydular hesapsız. ‘Şundan dolayı!’ demediler; demediler ki azıcık günahımızı, hatamızı da bilelim, müteselli olalım; bunu bile demediler. Ağzımıza fermuar vurdular, bizi kendimizi ifade etme hak ve imkânlarından mahrum bıraktılar!” diyecek ve birer menkıbe şeklinde anlatacaksınız.
Allah’ın vaz’ettiği haklardan mahrum bıraktılar!.. Hak ismine bağlı haklardan…
“Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için, hakkı tutup kaldırmak!
Hani, Ashâb-ı Kirâm, ‘Ayrılalım!’ derlerken,
Mutlakâ Sûre-i ‘ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede, esrâr-ı felâh;
Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,
Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi, yoktur sana hüsrân artık.”
Asr Sûresi’nin manasını, Âkif, böyle nazmen ifade ediyor. Evet, Ashâb-ı kirâm birbiriyle el sıkışıp sarmaş dolaş olduktan sonra, ayrılırken okurlarmış:
“Yemin olsun asra (hadiselerle yüklü zamana, bilhassa onun son parçasına). Şurası bir gerçek ki, hüsrandadır insan. Ancak iman edip, imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine (musibetler, Allah yolunda başlarına gelenler, dini yaşamadaki zorluklar ve nefsin/şeytanın günaha teşvikleri karşısında) sabretmeyi tavsiye edenler müstesna.”
Âhiret, dâr-ı kudret’tir; burada bir günde ve bir senede yapılan işler, orada bir anda meydana gelir.
Evet… Her şey, tatlı bir menkıbe şeklinde orada anlatılacak, “O cennette koltuklar üzerine kurulurlar.” (İnsan, 76/13) “Onlara yaslanarak karşı karşıya kurulmuşlardır.” (Vâkıa, 56/16) Karşılıklı koltuklara kurulmuşlar… “Koltuk” deniyor, ne olduğu belli değil. Bu oturduğum koltuk gibi bir şey değil; böyle bir şey dünyanın şatafatını ifade ediyor. Her halde içinizden geçen şekle göre şekil alıyor. “Ben şimdi şöyle yapayım, biraz daha rahat et!” diyor, kendi kendine. Çünkü o âleme “kudret dâiresi” diyor Hazreti Üstad, bu âleme de “hikmet dairesi” diyor.
(“Evet, dünya dârü’l-hikmet ve âhiret dârü’l-kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması; hikmet-i Rabbaniyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, bir lemhada inşasına işareten Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ferman eder.” Sözler, s.113 / Onuncu Söz)
Hikmet dairesinde, sebepler perdedir. Bir yönüyle, her şey, bir makuliyeti takip eder, akılla izah edersiniz. Âhirette, kudret diyarında ise, akıl yok demek değildir; fakat kudret öyle hâkimdir ki, aklınıza gelen şeyler, hatta aklınızın köşesinden değil “taakkul”ünüzden, “tasavvur”unuzdan, “tahayyül”ünüzden bile çarpıp geçen şeyler, ânında oluverir. “Pek muhteşem bir cennette; salkım salkım meyveleri, elle koparılacak mesafede.” (Hâkka, 69/22-23) Her şey, burnunuzun ucunda, arzu ettiğiniz, aklınızdan geçen her şey…
Öyle bir kudret-i kâhire, bir irade-i bâhire, bir meşîet-i sübhâniye yeri ki, orada koltuklara oturmuş, dünyadaki sergüzeşti hikâye ediyorsunuz birbirinize. Buradaki o acılar, o elemler, o ızdıraplar, zâlimlerin hay-huyu, mazlumların âh u vâhı ve iniltisi, birer musikî şekline dönüşmüş. Bazen bir sabâ makamı zenginliği içinde, bazen bir uşşâk tatlılığı içinde, bazen bir hüzzâm veya rast zemzemesi içinde, bazen bir segâh letâfeti, bir hicaz letâfeti içinde o hikâyeleri, o sergüzeşt-i hayatı dinleyeceksiniz. Aklınıza gelen rahatlığın her türünü duyacak, iliklerinize kadar yaşayacaksınız. Şu kadar var ki, orada iliklerine kadar onu yaşama, o meseleyi burada tabiatın bir derinliği haline getirmeye bağlı.
Her obje, O’ndan bir nâme; her ses, O’ndan bir nağme.
Her obje, O’ndan (celle celâluhu) size gelen bir nâme; her ses, O’ndan bir nağme. Nağmeyi dinlerken, kendinizden geçersiniz; nâmeyi de okur, “Rabbimden nâme!” der, üzerine kapanır ve öpersiniz onu. Onun ortaya koyduğu her şeyi öpersiniz. Burada varlığa, eşyaya ve hadiselere böylesine hallaç ederek yaklaşmak, böylesine bakmak, öbür tarafta da her meselenin öyle bir zemzeme, öyle bir demdeme haline inkılap etmesine vesile oluyor. Böyle bir yolda yürüyorsunuz.
Bazıları dünyayı her şey zannettiklerinden dolayı, taparcasına ona bağlanıyorlar; onun debdebesine, şatafatına, ihtişamına, rahatına.. gelip geçici rahatına… Oysaki bugün yaşadığınız o muvakkat rahatlık, yer yer ölümü, toprağın altını, dar kabri düşündüğünüz zaman, zehir zemberek haline geliyor. Ama orayı geçici bir yol, bir köprü, bir koridor kabul ettiğiniz zaman, hiç görmüyorsunuz onu; çünkü nazarınız çok yukarılarda, yukarıların da yukarısında. Baktığınız her şeyde O’na dair bazı eserleri görüyorsunuz. Yol boyu nâmeler okuyorsunuz, yol boyu nağmeler dinliyorsunuz. Ve bunlar sayesinde dünyada mâruz kaldığınız şeyleri âdetâ hiç duymuyorsunuz. Gözünüz daha ileride, daha ileride, daha ileride… “Rü’yet!” diyorsunuz, “Rıdvan!” diyorsunuz. “O dostların sohbetinde, onların maiyyetine erme!” diyorsunuz. “Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz.” duası vird-i zebânınız olmuş.
Nitekim “Bir kimse, bir şeyin arkasına düşer, arkasına düşmede ciddiyet sergilerse, çok ciddî olursa, mutlaka peşinde koştuğu şeyi -Allah’ın izni ve inayetiyle- elde eder.” “Bir şeyin arkasına düşer, sürekli cevelân ederseniz, bir maraton gibi koşturur durursanız, er-geç arkasından koşturup durduğunuz şeye, Allah ulaştırır (celle celâluhu).” Yol yorgunluğu, silinir gider kafanızdan.. döktüğünüz ter, silinir gider kafanızdan.. çektiğiniz eziyetler, silinir gider kafanızdan.
Vay bugün hakkı çiğneyen, hukukun üzerinde raks eden zalimlerin ötedeki acıklı hallerine!..
Bir de öbür tarafta zâlimlerin, gaddarların, hattârların, hak-hukuk tanımayanların, adalet ve hukuk üzerinde raks/dans edenlerin, hakkı ayaklarının altına alıp çiğneyenlerin başlarına gelecekler var.
Biraz evvel hak mevzuunun büyüklüğü ifade edildi: “Hâlık’ın nâ mütenâhi adı var, en başı Hak.” diyor Akif. Herhalde lafz-ı celâleden sonra; çünkü o, Cenâb-ı Hakk’ın zâtının ismi; öbürleri esmâ-i İlahiye. Esmâ-i İlahiye içinde de “Hakk”ın bir ağırlığı var; bütün hak-hukuk, ona dayanıyor: Bütün sübut meselesi, ona dayanıyor; vücud dediğiniz şey, ona dayanıyor; şuhûd dediğiniz şey, ona dayanıyor; zevk-i ruhânî dediğiniz şey, ona dayanıyor… Hak ismine dayanıyor. Onun için Âkif onu, esmâ-i İlahiyenin başına koyuyor: Hak.
Hak, o kadar yüce olduğu halde, onu ayaklar altında çiğneyenlerin, ha varmış ha yokmuş gibi çiğneyenlerin öbür tarafa intikal eden hallerini, hakkı çiğneme hallerini, adaleti ayaklarının altına alma hallerini, millet ruhunu ayaklarının altına alma hallerini, orada onların karşısına çıkan şeylerle gördüğünüz zaman, yürekleriniz ezilecek, acıyacaksınız. Ne gibi acıyacaksınız? Size saldıracak bir kurt düşünün. Size saldıracaktı, yiyecekti; fakat ondan daha büyük bir panter veya -bağışlayın- bir ayı, bir aslan, bir kaplan saldırdı, onu parçaladı. Oysaki o sizi yiyecekti, yakaladığı zaman. Nasıl onun parçalanışını gördüğünüz zaman yüreğiniz sızlar, “Vay vahşi vay! Nasıl da parçalıyor?!.” dersiniz, belki inlersiniz. İnsanlığınızı yitirmemişseniz şayet, hâlâ içinizde şefkatin zerresi varsa şayet, ahsen-i takvîme mazhariyetin hususiyetlerini içinizde taşıyorsanız şayet, Allah’ı gösteren muallâ-mücellâ bir ayna olduğunuzun farkında iseniz şayet, sizi yemek isteyenin parçalandığı yerde bile, yüreğiniz sızlar, halk ifadesiyle “cızzz” eder yüreğiniz.
Size balyoz indirenler.. sormadan, haksız olarak derdest edenler.. iftarınızı zehir edenler.. imsakınızı zehir edenler.. zindanlarda Müslümanca yaşamanızı zehir edenler.. “Falan da var mı bu işin içinde?!.” deyip az irtibatı olana da gadredenler… Fakire-fukaraya burs vermiş, fakire-fukaraya okumaları için kurslar açmış, fakire-fukaraya yardım olsun diye okullar açmış, dünyanın dört bir yanında rûh-i revânî Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) -şöyle böyle- tanınması için -bir yönüyle- bayrağını dalgalandırmış, marşını söylemiş, sevdirmiş, 170-180-200 ülkeye kendi değerlerini sevdirmiş; bütün bunlara düşmanlık yapanlar.. diş bileyerek bunların üzerine gidenler.. o tarafta sahip çıkan insanları tehdit eden veya para ile, pul ile başlarını döndürenler.. gadrin her türlüsünü, i’tisafın her türlüsünü, irtikabın her türlüsünü, ihtilasın her türlüsünü, zulmün her türlüsünü, gadrin her türlüsünü yapanlar.. yalanlara gırtlaklarına kadar tenezzül edenler.. iftiraların bini bir para, çok rahatlıkla kullananlar… O insanların öbür tarafta çektikleri azabı gördüğünüz vakit, burada canavar gibi size saldıran o insanların orada parçalanmalarını, cayır cayır yanmalarını -onda hiç şüpheniz olmasın- gördüğünüz zaman, yüreğiniz “cızzz” edecek.
Allah’ım hidayetlerini murad buyuruyorsan, ne olur kalblerini yumuşat; yoksa Sana havale ediyoruz!..
Dua edin, Allah onları o durumdan kurtarsın ve size de orada o azabı çektirmesin, yüreğinize “cızzz” ettirmesin. Siz hep iyiliğin yanında, iyilik mülahazalarının yanında, iyilik dileklerinin yanında, peygamberâne himmetin yanında, re’fetin yanında, rahmetin yanında oldunuz/olunuz.
“Allah” ism-i şerifinden sonra, ism-i celâl ve celâleyi müteakiben “er-Rahmân” ve “er-Rahîm” ile Kendini bize anlatıyor Cenâb-ı Hak (celle celâluhu). Burada da tecellî edecek o isimler, orada da. Ama burada celâlî ve ehadî tecelli olarak (birilerine göre) “Rahman” ismi; öbür tarafta “Rahîm” ismi. Kucaklayan isim. Herkesi kucaklayacak; hiçbir kimseyi o rahmetten mahrum bırakmayacak bir enginlik içinde ki, hadisin ifadesiyle, “Yarış yapacaklarsa şayet, benim rahmetim gazabımın önünde, o maratonu kazanır. Rahmetim, gazabımın önündedir Benim.” Eğer rahmet ve gazap meselesi söz konusu olsa bir yerde, ikisi de birden, rahmet, öne geçer ve Ben ona rahmetimle muamele yaparım.
Hakkınızda ilahî takdir, bu; haklarında ilahî muamelenin o olduğunda hiç şüphe etmeyiniz.
Dolayısıyla ağzınız açılıp kapandıkça, dudaklarınız kıpırdadıkça şöyle deyiniz: “Allah’ım, hidayetlerini murad buyuruyorsan..” “Kalblerini yumuşatmayı murad buyuruyorsan..” “Bize, Hizmet’imize, hareketimize, cemaatimize karşı gönüllerinin re’fet, şefkat, mülayemet ve muhabbetle dolmasını murat buyuruyorsan…” Allah’ım, bütün bunlara karşı kalblerinin yumuşamasını ve içlerinde bir zerre rahmet hissinin tecelli etmesini murad buyuruyorsan, ne olur, bahtına düştük, bunu yap; Allah’ım onlar hakkında, bunu yap!.. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Yoksa Sana havale ediyoruz!..