İnsan merak ediyor değil mi?
Yaşanan o kadar ağır zulme şahit olunmasına rağmen Allah’ın eşref-i mahluk olarak yarattığı insanın nasıl bu kadar sükût edebileceğini... Vicdanını nasıl bu kadar susturabileceğini anlayamıyorsunuz değil mi? Her şeyin bir izahı vardır elbet. Ama ikna olursunuz olmazsınız sizin bileceğiniz bir şey.
Hani bir zamanlar şöhreti sadece babasının padişah olmasından kaynaklanan bir eli yağda, bir eli balda yaşayıp giden, zaman zaman ok atma talimleri yapıp ama attığı okun hedefin tersi istikametine düştüğü bir şehzademiz varmış. Padişah ihtiyarladıkça devleti kendisinden sonra yönetecek olan bu evladının kapasitesizliğini gördükçe kahrolurmuş. Basit bir meseleyi bile izah edene kadar canı çıkarmış. Düşünmüş taşınmış, sarayın jöleli yiğitleriyle istişare etmiş ve karar verilmiş. “Ülkenin en iyi yetişmiş hocaları çağırılacak bu şehzade bir an evvel devleti yönetmeye hazır hale getirilecek”
Çağırmışlar en ünlülerinden birini. Meseleyi izah edip hocayla şehzadeyi baş başa bırakmışlar. Zavallı hoca gayretle başlamış işe ama iki hafta ancak dayanabilmiş bizim şehzadenin zırvalıklarına. Ve pılını pırtısını toplayıp gizlice sıvışmış saraydan.
Hocanın kaçtığı tez zamanda duyulmuş tabi. Hemen bir başkasını bulup şehzadenin eğitimine kaldığı yerden devam etmişler. Tabi bu garibim de ancak on gün dayanabilmiş ve o da pes edip gitmiş. Padişah bakmış olacak gibi değil devrin en ünlü mollasını saraya davet etmiş durumu izah ettikten sonra tehdit etmeyi de ihmal etmemiş. “Bak hoca” demiş “Sana üç ay mühlet. Bu şehzadeyi tahta hazırla yoksa kelleni alırım” Adam çaresiz kabul etmiş. Başlamışlar eğitime. “Sayılı gün çabuk geçer” derler ya; üç ay bitmiş. Çıkmışlar şehzadeyle padişahın huzuruna.
“Padişahım şehzademiz tahtı devralmaya hazırdır” demiş hoca. Padişah sevinmiş hemen ferman çıkartmış, haftaya cuma namazından sonra büyük meydanda tahtı devredeceğini, bütün halkının davetli olduğunu tellallarla ilan ettirmiş. Cumadan sonra tahtı devralacak şehzademize adet olduğu üzere konuşma yapmak için kürsüye çıkınca bizim hocanın dizlerinin bağı çözülmüş. Çaresiz akıbetini bekleyen kurbanlık koyunlar gibi büzülmüş hemen tahtın yan tarafına. Şehzademiz çıkmış kürsüye başlamış nutuğa.
“Bir ok attım kebap oldu” Hoca hemen imdada yetişmiş. “Sevgili halkım Şehzademiz veciz konuşmayı sever. Kast ettiği kebap şöyle oldu. Bir gün biz şehzademizle ava gitmiştik. Şehzademiz yayını gerdi gerdi gökteki turnayı gözünden vurdu. Turna göklerden süzülerek düşerken ormanda piknik yapanların ateşinin alevleri o kadar yükselmişti ki turna gökten yere düşene kadar ütülendi, pişti kebap oldu. Mesele bundan ibarettir” deyip hemen oracıkta bir hikaye uydurmuş. Halktan bir alkış tufanı kopmuş. “Vay be! Söze bak… Bir ok attım kebap oldu demekle meğer ne demek istemişmiş.
Şehzade bakmış izah eden var devam etmiş.
“Bir ok attım ırmak oldu” (Breh breh breh) Hoca yavaş yavaş terlemeye başlamış. “Galiba ecel yaklaştı” diye geçirmiş içinden. Ve yine hoca firaseti ve tecrübesiyle bu sözü de izale edecek bir hikaye uydurmuş. “Ey halkım! Şehzademiz inciler döktürmeye devam ediyor. Biz yine bir gün şehzademizle ava gitmiştik şehzademiz dağdan yuvarlanıp ırmağın önünü kapatan kocaman bir kaya gördü. Irmağın önünü kapatıp arkası göl olmuştu. Şehzademiz yine o meşhur yayını gerdi ve kayaya nişan aldı. Yayını bırakmasıyla taşa isabet eden ok taşı şak ile yarıp parçaladı. Irmak parçalanan kayadan kurtulmasıyla birlikte yeniden yatağını buldu. İşte şehzademizin kast ettiği ırmak olma meselesi bundan ibaret” Yine alkış tufanı. Oleyler moleyler gırla. Şehzademiz devam etmiş.
“Bir ok attım aşure oldu” Herkes şehzadenin yanında duran hocanın ağzına bakmış. Bakmış ama hocada ses seda yok. Bir süre sustuktan sonra çıkmış padişahın huzuruna. “Padişahım” demiş. “İşte kelle, işte şehzaden. Ben şimdi buna dağın başında bu kadar malzemeyi nereden bulacağım. Fakat merak ettim, söyle şu e.. sıpasına, bu aşure nasıl olmuş bi izah etsin de ben de bileyim”
Melek öğretmen hizmet hareketine ait bir kolejde sınıf öğretmeniydi. Eşi ihsan bey de kapatılan Şifa Üniversitesi hastanesinde hasta kayıt kabul bölümünde çalışıyordu. İhsan bey ve eşi Melek hanım 26 Nisan'da gözaltına alındıktan bir gün sonra tutuklandılar. Melek hanım Aliağa Ceza infaz kurumları kampüsündeki cazaevine ağız mantarı hastalığı bulunan 3 aylık Betül bebekle birlikte girdi. Şimdi Betül bebeğin ağzının her yeri iltihap kapmış. Yavrucak acılar içinde kıvranıyor. Allah aşkına bir sınıf öğretmeninin darbeye nasıl bir katkısı olur da böyle bir cezaya çarptırılır. Sizin dilinizden düşürmediğiniz din ve dindarlığın neresinde var bu masum insanlara zulm etmeye cevaz verildiği.
Betül bebek tek değil. Şu anda hapishanelerde 500’e yakın bebek annesiyle beraber kalıyor. Haa onlar annesiyle kalıyorlar. Kısmen talihliler. Bir de annesinden ayırıp adı çocuk esirgeme kurumu olan ama “Esirgeme” sedece levhadan ibaret bir kurumda masum yavrucaklara yapılanları duyduğunuzda ister istemez lanet okuyacaksınız. Ona da ben vesile olmak istemiyorum. Dua, dua, dua diyorum. Zira söz bitti sebepler sükût etti.
Şimdi size görüntüsünü internete de bulabileceğiniz bir kardeşimizin feryadını noktası virgülüne dokunmadan aktaracağım. Ayrıca
bu linkten de seyredebilirsiniz
“Altı yıldır koruyucu aile olduğumuz bir kızımız vardı. Bizim biyolojik olarak çocuğumuz olmadı. Rabbimin takdiri. Ne kadar dil döktüm ne kadar dilekçe yazıp yalvardımsa; “Ben bakarım. Bana verin. O benim evladım. O benim canım. O benim her şeyim dedimse” komisyonlar kurarak 23 ocak sabahı evladımı benden aldılar. Şu anda kokusuna çok hasretim. Sesine çok hasretim. O bir insandı. O bizi anne bildi, baba bildi, evi bildi. Üç yaşında geldi elime. Biliyordu biyolojik annesi olmadığımı. Daha ilk günden beri masal şeklinde anlatmıştım her şeyi ona. Onu bir kurumdan aldığımı, benim evlada ihtiyacım olduğunu, onun bir anne babaya ihtiyacı olduğunu anlatmıştım. Ama diyordu ki “Anne sen beni doğurmuşundur ama sen unutmuşsundur” diyordu hep. “Ne olur beni onlara verme” diyordu. On beş Şubatta doğum günü vardı ama doğum gününe çağrılmadım. Şimdi hiç bir irtibatım yok kızımla. Kendi çabalarımla uzaktan bir şekilde görüşmeye çalışsam da beni kurumun yanına bile yaklaştırmıyorlar. Geçen gün uzaktan gördüm ama hali içler acısı. Saçını taramıyorlar. Ayakkabısı yırtılmış almıyorlar. Resmini çektim şimdi bakıp bakıp ağlıyorum. Bence asıl darbeyi o yaşadı. Asıl darbe ona yapıldı. “Anne ben yine mi yetim kalacağım” deyip ağlamıştı. Yetimdi yavrumu yine yetim bıraktılar. Bunun vebalini nasıl ödeyecekler. Yalvardım yakardım. “Ne olur elinizi ayağınızı öpeyim yavrumdan ayırmayın beni” dediysem de dinletemedim. “Kocanız F…’den içerde. Ne zaman ki aklanır, çıkar gelir, tekrar şartlarınız yerine gelir, çocuğunuzu alırsınız” dediler. Ama bilmiyorlardı ki benim kocam zaten temizdi, zaten aktı. Hem de onların hayal dahi edemeyecekleri kadar temizdi. Geçenlerde kurumun bahçesine gizlice yaklaştım yavruma sordum:
-“Anneciğim sana niye ayakkabı almıyorlar bu ayakkabılarla okula nasıl gidiyorsun”
-“Anne söylüyorum ama almıyorlar” diyor.
Şimdi kocam yok kızım yok başka da tutunacak dalım yok. Evim bomboş yaşadıklarımı savcılığa yazıp göndermiştim bilmiyorum okudular mı? Ama okumasalar bile ben inanıyorum ki hem yavrumun hem benim feryadımızı duyan, dilekçemi değerlendirecek her şeyi gören bilen Rabbim var''
Şimdi düşünüyor da insan; “Bir ok attım aşure oldu” diyen serseri şehzadenin anlattıklarına insan bir izah getirir de sıradan bir öğretmenin darbe yapması ve darbe yaptığı için koruyucu aile olarak aldığı evladını altı yıl sonra anne babasından ayırmaya nasıl biz izah getirilecek merak ediyorum.
Daha yirmi üç yaşında masum bir kadının düğününde takılan altınları hırsızların meskeni haline getirdiğiniz memleketimizde güvenlik gerekçesiyle Bank Asya’ya yatırmasını, mahallesinde ev tutup kalan fakir üniversite talebelerine yardım amaçlı yaptıkları kermesleri terör örgütüne yardım kategorisine alıp ve daha önce eşini tutukladıkları için, ilk çocuğunu doğurmak için hastaneye gittiğinde yanında eşinin olmayışına mı yoksa kapıya polislerin dayanmasına mı üzülsün. İnandığınızı iddia ettiğiniz dinin hangi kuralına uyuyor yaptıklarınız.
Üç buçuk yaşında bir kız çocuğunun hicret etmek zorunda bıraktığınız babasını, saat farkından dolayı gecenin bir saatinde babasını annesine zorla arattırıp oyun oynarken düşüp dizini acıttığında görüntülü görüştüğü babasına acıyan dizini öptürmesine, her gün babasının resmiyle yatmasına vicdanınız nasıl dayanıyor ve bu yapılanlara sessiz kalmanız ve de koro halinde zalimin attığı iftiralara destek olmanız İnandığınızı iddia ettiğiniz dinin neresinde var?
Adam “Bir ok attı aşure oldu” diyor, siz hep beraber yedik diyorsunuz. Ee ne yapalım size afiyet olsun. Mahkeme-i kübrada “Tadı nasıldı” diye sorduklarında yanınızda Karamani hükümler verenler olmayacak bunu unutmayın…
Zeynep ZÂHİDE