“Allah kimselerin başına vermesin” denen hastalıklar vardır ya, çevremizde şahit olduğumuz onlarca örnek sayarız bir çırpıda. Uzun zamandır kanser tedavisi gören bir yakınımı hastanede ziyaret etmek istedim. Bilenler bilir bu hastalığa müptela olanların tedavi gördüğü yerler diğer kliniklere göre daha sterildir.
Ziyaretçi kapısından geçerken sıkı tembih ve kontrollerden sonra hastamızın bulunduğu koğuşa girdim. Hâl hatır sorduktan sonra herkesin malumu olduğu üzere hastanın sağlığı açısından ziyaretinin kısası makbul deyip tez zaman da çıkmak istedim. Kısa ve öz olarak şifa dileyip dua istedikten sonra kapıya yöneldim.
Merdivenlerden inerken benimle beraber bahçede hasta ziyaretine gelen bir bayanın yürümekte zorlanan bir yaşlı amcanın koluna girmiş klinikten dışarı çıkartmak isterken gördüm. Allah affetsin benim ilk aklıma gelen şey “Acaba tedavi masraflarını ödeyemediler de hastayı mı kaçırıyorlar” diye geçti içimden. Çünkü burası Türkiye’ydi, her şey mümkündü. Olağan üstü şeylerin yaşandığı bir memleketimiz vardı. Sağ olsun iktidarımız sayesinde.
Göz göze geldik,
-Geçmiş olsun kardeşim
-Allah razı olsun
-Hayırdır. Hastayı nere götürüyorsunuz
-İmzaya götürüyoruz
-Bu halde mi
-Ee ne yaparsın emir büyük yerden
-Yahu imzalayacağı şey her halde amcadan daha ağır ve daha büyük değildir ya. İmzalanacak şeyi getirin hastaneye amca imzalasın
-Bildiğin gibi değil kardeş
-Bilmediğimizi de anlatın da öğrenelim. Ama hiçbir mazeret bu haldeki bir hastaya bu zahmeti çektirmez her halde.
-Kardeş ortam müsait değil her doğru her yerde söylenmiyor mâlum.
-Anlamadım
-Sesini alabildiğine kısarak;
-Babamın her gün emniyete gidip imza atması gerekiyor.
-Neden
-Kardeş bizi daha fazla zorlamasan
-Eyvallah zorlamayayım da bu hal benim kanıma dokundu.
-Daha neler var kardeş insanın kanına dokunacak. Boş ver bizi
-Dikkatimi daha da çeken bu cümle beni hayli merakta bıraktı. Beraber merdivenleri inerken amcanın bir koluna da ben girdim ki hastayı incitmeden aşağıya indirelim. Aşağıya indik kapıda arabasını kapıya yanaştırmış bir beyefendi karşıladı.
Oğluymuş. Tanıştık.
-Beyefendi siz de gelseydiniz yukarıya kadar. Bak kardeşiniz zorlanıyor babanızı taşırken
Kibar bir edayla;
-Ablacığım bırakmadılar. Hem de ben arabayı kapıya yanaştırmam gerekiyordu. Yukarı çıksam otoparka çekecektim arabayı. Otoparkta da yer yok. Onun için arabada bekledim, kardeşim yukardan çıkınca haber verdi kapıya geldim.
-Kusura bakmayın bilmiyordum.
Amcayı arabaya yerleştirmelerine yardımcı oldum. Amca arabaya yerleştirdikten sonra kızı arabaya binmedi. Oğlu tek başına alıp götürdü. Sordum;
-Siz gitmiyor musunuz babanızla
-Hayır ben gitmiyorum. Kardeşim imza attırıp gelecek.
-Peki nereye gitti imza atmaya
Duyduğumda şok olmuştum. “Ne ta oraya mı” diye tepki gösterdim. Zira dediği yer hastaneye yüz elli kilometreydi.
-Peki amca bu imzayı kaç günde bir atıyor
-Her gün
Allah’ım, aldığım her cevap beni daha da şaşkına çeviriyordu.
-Özür dilerim kardeş. Sormam da bir mahsuru yoksa, amcanın sucu neydi?
Sustu derin bir nefes alıp “Boş veer be kardeş” dedi. Ve bu “Boş ver” cümlesiyle birlikte gözleri doldu alamamak için kendini zorluyordu. Benim içime oturmuştu amcanın bu hazin hali. Bu derli bayanla konuşup derdini hafifletmek istiyordum. “Rica etsem sizinle şu bankta oturum iki dakika dertleşmek istiyorum” diye ısrar ettim.
-Eve gitmem lazım. Babam için temiz kıyafetler getireceğim. Ben direk işten geldiğim için eve uğrayamadım.
Gel gel iki dakikadan bir şey olamaz hem dinlenirsin. Dedim hastanenin bahçesinde ki banka oturmaya razı ettim.
-Ne iş yapıyorsunuz
-Bir tekstil atölyesinde ütücüyüm. Bugün babama refakat sırası bendeydi, izin aldım patrondan.
-Kaç kardeşsiniz ki
-Üç kardeşiz de ben her zaman gelemiyorum. Bekar kardeşimle büyük abim ilgileniyor daha çok.
-Amcanın suçu ağır olmalı ki imzayı bu kadar önemsiyor devlet. Deyip bu dertli insanı konuşmaya tahrik ettim.
Yaa ne demezsin. Dedi acı bir tebessüm etti. Ardından alaycı bir üslupla; “Babam çok tehlikeli bir terör örgütü üyesi ve yöneticisi” tabi bunları söylerken gözleri dolmuş ağlamak için zorluyordu kendini.
-Ya hu bu adamın ahı gitmiş vâhı kalmış. Bu adamdan terörist mi olur. Bu adam o örgütü nasıl yönetir.
“Ne yani” dedi. Devlet yalan mı söylüyor.
Üslubu bu şekilde sürdürüp, mevzuyu tiiye alarak yaşadıkları şeylerin ne kadar saçma sapan şeyler olduğunu bana ifade etmeye çalışıyordu.
-Niye devlet yalan söyleyemez mi?
-Söylemeez! Niye çünkü başındaki adam Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan bir dünya lideri(!)
Mevzu anlaşılmıştı. Bende kitabın ortasından konuştum.
-Kardeş ben senin derdini anladım. Siz şu malum paralel devlet safsatasından mağdur edildiniz değil mi.
-Başka derdi var mı ki devletimizin. Bak İŞİD’ciler bile daimî ikameti var diye tutuksuz yargılanıyor. Denetim bile yok. Hatta şehirlerin göbeğinde ofisleri bile var. Örgüte militan devşiriyorlar. Propagandalarını yapan dergileri bile var.
-Peki, amca ne tür faaliyetlerde bulundu da dünya liderimizi bu kadar ürküttü
-Burs verdi fakir talebelere. Bu fakir talebelerin ihtiyaçları için esnaftan para topladı. Gitti köy kasaba demedi sırtında çuvallarla erzak taşıdı.
-Bu yâni
-Evet bu. Yetmez mi?
-Estağfurullah
-Ne diyor bakan bey; “Eğitim seviyesi arttıkça bizim hitap ettiğimiz alan daralıyor” adamların alanlarını daraltıyoruz eğitime destek vererek. Allah’tan korkup rüşvet yemeyen memur, doğru tartan tüccar, doğru biçen terzi, doğru dosdoğru insanlar yetiştiriyorlar. Hele insanları rızka kanaat eden Rezzak’a itimat eden bir hale getiriyorlar ki; bunları ne köşklerle ne yalılarla ne filolarla peyleyebiliyorlar. Bunların yetiştirdiklerinde defo yok. Ekşi yememişler ki karınları ağrıya. Onun için başları dik. Bir de fakirlikten kurtaracak müesseseler açıyorlar ki bunlar; vatandaşı makarna pirince muhtaç etmiyorlar aha da sana suç.
-İçimden kardeşim filozof muydun be diyesim geldi. Sormadan edemedim.
-Kardeş siz ne mezunusun.
-İlk okul üçten terk
-Nasıl yani!
-Bütün bunları nereden öğrendin peki?
-Terör örgütü olmakla suçladıkları o insanların sohbetlerinde bulundum hepsi o
-Bu sohbet ettikleri yerler her halde fakülte filandır.
-Yok daha neler. Evlerimizin salonları. Haftada bir çay, poğaça, kısır eşliğinde bir hoca hanımın anlattığı; bazen Fethullah GÜLEN’in bazen de Üstad Bediüzzaman Said NURSİ’nin kitaplarının okunduğu mekanlar.
-Amca kaç günde bir imzaya gidiyor?
-Her gün. Şaşırmıştım
-Gerçekten mi
-Ne sandın yaa
-Ne bileyim insanın aklı almıyor. Bari aynı il de olsaydı. Üstelik bu adam kanser hastası sondajla dolaşıyor.
-Biz de dedik. Ama dinletemedik. Maksatları zulm etmek. Biz halimize şükrediyoruz. İki ay önce hapishanedeydi. Orada daha kötüydü babam. Şimdi bari hayatının son günlerinde ona hizmet şerefine nail oluyoruz. Babam kemoterapi görüyor. Bugün var yarın yok. Ama herkes nasıl anılacak; onu da geçtik orada nasıl karşılanacak ona baksın.
Bunları anlattıktan sonra müsaade istedi kalktı. Ben de kendisine babasına selam söylemesini; kendisini anlayan insanların da olduğunu, arkasından dualarla anılacağını söylemesini, benim yerime ellerinden öpmesini tembihleyip ayrıldık.
Evet bir hastane ziyareti diye geldik ama neler öğrendik neler. Eve dönerken ilham perisi kulağıma fısıldıyordu.
Sorup durma ey tabip bu dert tıbbı aşkındır
Dinle bak şu göğsümü ne ummanlar taşkındır
Zeynep ZAHİDE
*'Türkiye'de yaşanmış gerçek hikayenin anlatıldığı yukarıdaki yazıda ilgili diyaloglar hayali olarak canlandırılmıştır'