Karanlık örtünmüştü gündüzün üstüne.
Geceye ayak uydurmada evdeki sessizlik.
Cam kapağının kenarları bantlanmış şöminenin önünde sadece iki kişi kalmıştı.
Odasına çekilen herkesten geriye kalan iki mahzun gönül.
Diz çöküp boyun büktükleri salonun tavanında, gece renkli gökyüzüne açılan iki pencere.
Başını kaldırdığında, semaya açılacakmışsın hissi veren iki tavan penceresi.
Ümitleri uçsuz bucaksız semaya saçabilen iki göz.
Ve gözlerden birinden görülen ama çok çok uzaktan geçen bir uçak.
Yanıp sönen ışıklarıyla yerdeki gariplere göz kırpan bir uçak.
Kimbilir hangi seveni sevdiğine taşıyan bir uçak.
Kimbilir hangi ayrılığı nihayete erdirip özlem dolu yürekleri buluşturacak bir uçak.
Kimbilir hangi ümidi gerçeğe dönüştürecek bir uçak.
Kimbilir hangi karanlığı aydınlığa taşıyacak bir uçak…
Geride bıraktıkları yürek yarılarını, gönül sızılarını, gözağrılarını, ciğer parçalarını..
anayı, babayı, yâri-yâranı..
Acı tatlı bütün hatırlarını ve
zemheri soğunun estiği, her yanın kar-boran-tipiyle savrulduğu,
iyilere kötülerin dokunup incittiği,
kimsenin de; “n’oluyor, bu yapılır mı, nerde kaldı insanlık, bu nasıl Müslümanlık” diyemediği hatta desteklediği,
“Karıncabasmaz efendilerin” terörist ilan edildiği,
masumların cefa ve eziyet gördüğü,
hak ve hakikat erlerinin doğrandığı,
iyilik yayıcıların engellendiği,
hayır hasenat toplayıcıların ayaklarından prangalandığı,
mahalle aralarındaki evlerde kurulan ders halkalarında “Hakk’ı zikreden” dillerin susturulduğu,
bin yıl “i’la-yı Kelimetullah”ın bayraktarlığını yapmış,
mazlumun yanında olmuş, zulümden kaçınmış, adaletin temsilciliğini yapmaya çalışmış bir milletin yurdunda,
zulümden kaçana kucak açmış bir milletin yurdunda
yani Şefkat Yurdu’nda
yani Son Karakol’da
yani Anadolu’da
yılanların baş tacı yapıldığı, çıyanların el üstü tutulduğu, akreplerin koyna alındığı günler yaşanıyor.
“Millet”ten gözüküp “millet”e en büyük darbeyi indiren,
“dindar”dan gözüküp “din”e, “dindar”a ve ''dindarlığa'' en büyük zararı veren “münafıkların” fink attığı yıllar yaşanıyor.
İzlerin birbirine karıştığı, koparılan fırtınadan, kaldırılan toz topraktan gerçeklerin görülemediği, tam bir herc ü mercin yaşandığı aylar yaşanıyor.
Geride kalanların,
“n’olur Allah aşkına bizim için biraz daha dua edin” diyerek ağlaştığı,
ve düştükleri yalnızlık deryasında;
“Rabbim, hüznümüzü, yaşadıklarımızı sen biliyorsun.. Lütfûn da hoş, kahrın da hoş, hamd olsun Sen’den (C.C) ne geliyorsa” diyerek bekleştiği günler geceler yaşanıyor.
Dün sadakalarını, zekatlarını, kurbanlarını, himmetlerini ama özellikle de can parçası evlatlarını hiç tereddütsüz teslim ettikleri bugünün mazlumlarına, şimdi terörist diyenlerin sesinin çok çıktığı günler yaşanıyor.
Ya gidenler..
Ya yuvasından yurdundan kopmak zorunda kalmış,
garipsediği gurbeti kendine yuva yapmaya çalışan
ama bir kanadı kırık,
ama yarısı anayurdunda kalmış,
ama her günü gözyaşlarıyla ıslanan,
herkesin ve her şeyin yabancı olduğu,
zaman zaman derdini anlatamadığı, sadece ağlayabilen gurbet kuşları…
İşte o gece..
o yüreği yaralı, yarısı yurdunda kalmış mahzun gurbet kuşlarından biri kaldırdı başını tavana doğru.
Az önce edasını yaptığı yatsı vazifesinde kullandığı takkesini başından alırken,
baktı tavandaki pencereden uzaktan giden o uçağa ve iç geçirerek;
“Bir gün ben de bunlardan birine binip gideceğim yurduma…” cümlesi döküldü dudaklarından.
Gece karanlık..
Ama yarın aydınlık.
Şimdi kar tipi boran..
Ama yarın bahar yaz.
Şimdi gözyaşı ve hüzün..
Ama yarın sürur.
Bugün hicran ve yalnızlık..
Ama yarın kavuşma ve huzur.
Diğer mahzun gönül cevap verdi;
“İnşallah… inşallah…”
TAŞKIN DERYADİL
19.03.2017